22 Temmuz 2011 Cuma

KOMÜNİZM, KAPİTALİZM VE KADINLAR

Bir düşünce her zaman aksi bir düşünceyi, bir ideoloji aksi bir ideolojiyi, bir doktrin aksi bir doktrinini doğurur. Bu anlamda lafı fazla uzatmadan hemen söylemek istediğim şeyi ifade edeyim: Şöyle ki 19. Yüzyılın sonlarında ve 20. Yüzyılda insanlık, gerçek anlamda tarihinin en vahşi dönemlerini yaşamış,bu nedenle kendini bir bunalımın içinde bulan  insanlar, kurtarıcı olarak farklı eğilimlere yönelmiştir. Bu eğilimlerden biri olan komünizm doktrini,” insanları birer proloterya olarak görmüş ve her birey ne olursa olsun toplumunu kalkındıran ister kadın ister erkek olsun ayırmaksızın komünitesi için çalışan birer istatistiktir” fikrini öne sürmüştür. Komünizm her insanın eşit olduğunu bu eşitliğin adalet açısından değil aksine her insanın eşit olarak yaşadığı toplum için birer işçi olarak çalışması gerektiğini söyler.
Kapitalist sistemin gelişiminin en büyük nedenlerinden biri komünizmdir. Bunun böyle olduğu birçok örnekle açıklanabilir. Bu duruma örnek teşkil eden sebeplerden biri kadının çalışma hayatına sürüklenmesidir. Bu anlamda erkek nasıl toplum için çalışan bir işçi ise kadında erkekle eşit olarak aynı şekilde çalışması lazımdır. Buna istinaden kadının evin dışına çıkarılarak iş hayatına adım atması sağlanmıştır. Bu durum özellikle demir perde dediğimiz Rusya, Polonya, Doğu Almanya ve Sovyetler Birliği’nden ayrılan diğer ülkelerde gözlenmiştir. Bunun doğru olup olmadığı yazımızın amacı olmadığı için biz sadece bu durumun nasıl kapitalist sisteme temel oluşturduğunu göstermeye çalışalım.
İş hayatına atılan kadın, sadece çevresinde anne, babasını, kardeşini, kocasını çocuğunu görürken, bunların yanı sıra tüm yabancı kadınlar ve erkeklerle karşılaşmaya başladı. Haliyle bu durum kadının diğer kadınlara ve erkeklere karşı güzel görünme, daha farklı görünme arzusunu ve bir rekabeti ortaya çıkardı. Bu arzu ve rekabet kadını bilmediği bir dünyaya sürükledi. Bir müddet sonra kadın bu dünyaya ayak uydurdu ve daha da ileri giderek abartıya kaçtı. Neydi bilmediği bu dünya,  tabi ki kapitalist dünya. Elbisesi bir iken ikincisini istedi. Mücevheri takısı yokken mücevherler takılar kolyeler bilezikler aldı. Doğal güzelliği varken, yapay güzellik malzemeleri, makyaj malzemeleri edindiler. Ayakkabılar, kıyafetler, hediyeler, özel günler vs edindiler.
Bugün nereye gidersek gidelim çarşıdaki mağazaların %60-70’i kadınla ilgili, mağazaların üçte ikisini kadın reyonları oluşturuyor. Televizyonda verilen reklamların %70’i kadını ilgilendiriyor. Yani kadın neredeyse her firma için hedef kitle olarak görülüyor. Görülmesi de gayet doğaldır. Çünkü kadın alış veriş yapmayı seviyor. Tabiri caizse ihtiyacı olsun olmasın her şeyi almaya meyilli, kandırılmaya müsait yani.
 Netice itibariyle komünizmin temel felsefesinden yola çıkarak maddeleşen eşitlik kavramı kadının cisminde farklı bir hal alıp kapitalist sistemin gelişimine büyük oranda katkı yapmasını sağlamıştır.

18 Temmuz 2011 Pazartesi

İSTANBUL-III: İzlenimler ve duygular

Dedim ya benimkisi bir delilik. Belki de bir şeylerden en iyi şekilde zevk alabilmenin yolu budur. Bir fotoğraf için çeşitli pozlar verirsiniz de en son spontane yakalandığınız bir fotoğrafı beğenirsiniz ya benimkisi de o hesap bakalım bir de böyle deneyelim dedim ve öğrencilere karnelerini dağıttıktan sonra koyuldum İstanbul yollarına. İtiraf etmeliyim ki hiçte alışık olmadığım bu durum beni kaygılandırıyor ve göğsüme bir korku salıyordu. Ama olsun kâinatı çekip çeviren tılsım elbet beni de olması gerektiği gibi sürüklerdi.
Nerede bir arabaya binsem hemen aklıma uyku gelir, gözlerim ağırlaşır, bir müddet sonra gözlerimi kaldıramaz hale gelirim. Yine geleneği bozmadım. Yolculuğumun büyük bölümünü uyuyarak geçirdim. Sadece namazlarımı kılmak için mola vakitlerinde otobüsten ayrıldım. Neyse ki en sonunda gözlerimi açtığımda İstanbul’a girmiş, FSM Köprüsünü geçmiş, otogara varmak üzereydik. Sonunda varmıştık. İstanbul, yine her zamanki haline bürünmüş, yollar arabalardan görünmüyordu. Hava çok güzeldi, fazla bunaltmayan bir güneş ve ılık ılık esen bir serinlik. Arkadaşın verdiği tariften Mecidiyeköy otobüslerine binerek son durakta indim.  Açlıktan midesi kazınan ve durakta kimsesiz ve sahipsiz bekleyen bir gölge.  Ve sonra aklıma arkadaşım geldi, aradım, açmadı, mesaj yolladım, cevap yok. Şimdi ne yapacağım, derken mesaj sesi, hafif bir iç çekiş ve ferahlık. O gelene kadar nazarlarım şöyle bir tasavvura başlıyor, beni çepeçevre ihata eylemiş beton blokları. Karşımda bir gökdelen, Trump Towers, ne kadar heybetli! Önümden insanlar akıyor sel gibi, hep bir yerlere yetişmek. Sağımda, solumda, önümde, arkamda bir şehri sarmış damarlar gibi yollar, içinden akan kan misali arabalar…
Ve o vuslat anı… Yüzünü görünce içimi bir ferahlık saran nadir insanlardan biri. Bilmiyorum o ne düşünüyordur, boş vermişlik mi?  Belki… Şöyle bir sarılıyoruz özlemle, çorak toprakların yağmura kavuşması gibi. Birkaç hasbıhal, biraz sükûnet, her şeyi anlatıyor ama daha konuşacak çok şeyimiz var diye düşünüyorum. İnce bir keman sesi duymuşum gibi hüzünleniyorum fakat bunu o bilmiyor, bilemezde çünkü duygularımı belli etmiyorum. Neyse biraz edebiyata daldım herhalde. Sonra nişanlısını almaya gidiyoruz, beni çok merak ediyormuş! Anlamam bu kıtmirin neyini! Yaklaşık on sekiz saat yol çekmiş, gözlerinde yolculuğun verdiği bir mahmurluk, yüzü ve kıyafeti pejmürde bir halde yakalanmak istemem ama olan oluyor. Kahvaltı yapmaya gidiyoruz, kahvaltı dedimse de, midem çok kötü, bir iki dilim börek. Yiyemiyorum onu da.  Sadece biraz dinlenmek istiyorum. Hemen kalacak bir otel aramaya koyuluyoruz. Ne gariptir, bizim oralarda kırk kat yabancı dahi olsan seni hayatta dışarıda bırakmazlar, buraların kültürü de böyleymiş. İnsanlar rahatsız edilmek istemiyorlar. Hoş, bende pek rahat edemem ya! Hani şu filmlerde evden kaçmış insanlar gibi hissediyorum kendimi. İdare eder bir otel buluyoruz, Mecidiyeköy oteli, er gibi yıldızı kıt. Birazcık toparlayayım diye odaya zor atıyorum kendimi. Ne çare, uyumak mı asla! Bir sağa dönüyorum bir sola, kapatıyorum gözlerimi, dinlenmek yasak, izin vermiyor ağrılarım. Kendimi kandırarak, dinlenmiş numarası yapıp doğruluyorum yataktan. Lavaboya yöneliyorum, gözüm aynaya takılıyor, sanki sakalım uzamış. Tıraşımı oluyorum, kendimi birazcık olsun mezbelelikten çıkarmak istiyorum. Kıyafetlerimi değiştiriyorum, parfümümü sıkıyorum, maddiyattan sonra sırada maneviyat. Tek kanatlı kuş uçmaz ya. Çıkıyorum otelden, vakit öğle. Ezan sesinin geldiği yöne doğru yöneliyorum. Giriyorum camiye, görevimi ifa ediyorum. Hafif bir gülümseme alıyor, elmacıklarım. “Nasipte buralarda da alnımızı secdeye götürmek varmış.” diyorum. “Bu bile buralara kadar gelmeme yetiyor” diye düşünüyorum. Ardından gözlerimi saatime iliştirip daha vaktim varmış deyip Profilo Alışveriş Merkezine atıyorum kendimi. Önce kat kat dolaşıyorum, mekânı tanımak için. Sonra bir kafenin masasına bırakıyorum kendimi. Çayımı yudumlarken, neler yapmam gerektiği ile ilgili hayallere dalıyorum. Ve telefonumun sesi, arayan arkadaşım, gülümseme. Hani dedim ya ismini duyduğumda, hatırladığımda, yüzünü gördüğümde içimi ferahlatan nadir insanlardan biri. Bir müddet sonra alıyorlar beni o kapitalist kutucukların içinden.
 Elime düğün davetiyelerini uzatıyorlar. Sanki kendilerini buna mecbur hissetmişler gibi. Gideceğimiz yere varana kadar davetiyeyi elimden bırakmıyorum, düşünüyorum. Mutlak gelmeliyim ama nasıl? Sonra soruyorum: Gelsem ne olacak, gelmesem ne olacak ki? Hadi geldim, tek başına böyle yerlere gitmeyi hiç sevmem ki, kendimi çok kötü hissederim. Tamam, bundan önce hiç kimseyi tanımadığım düğünlere gittim, fakat sadece gırgırına. Öyle ki bu düğünlerde piste çıkıp oynadıklarım bile olmuştur. İnsanlar arasından birileri beni tanısa hayatta bir düğünde o şekilde çıkıp oynamam. Ama bu düğünde sadece iki kişiyi tanıyorum, onlarda biri gelin diğeri damat, ne acep! Tüm bunları düşünürken bir yandan da nazarlarım dışarıda. Koskoca bir ormanın içinden geçiyoruz. Herhalde burası şu meşhur Belgrad Ormanı diye içimden geçirirken,  kulaklarım bir anda “burası da Belgrad Ormanı” cümlesini işitiyor. Gülümsüyorum, “şu meşhur olan, demi” diyorum. Bu arada yol uzadıkça uzuyor, midemde çok kötü oldu, başım ağrımaya başladı. Nerede bu menzil? Daha yakın yerlerde öğle yemeği yiyemez miydik? Bu kadar zahmetten sonra gittiğimiz mekan, çekilen sıkıntılara değsin istiyorum. Az kaldı, dur biraz, çok kötüyüm, pencereyi açayım, noluyoruz… Arabalar, sesler bunalttı beni, derken Sarıyer’e geliyoruz. Sahilde aralarında bir kaç tanesini saymazsak, eski ihtişamını yitirmiş gibi duruyorlardı, yalılar. Aslında yollardaki araçların sesinden, ağır vasıtaların zemini titretmelerinden bu yalılarda oturmak hiç de rahatlık vermiyormuş, sakinlerine. Az ilerde “Modern Aşk-ı Memnu” dizisinin çekildiği yalıyı gösteriyorlar. Ekranlardaki gibi muhteşemde görünmüyor. Çok mu memnuniyetsizim bugün ne? Hiçbir şey hoşuma gitmiyor. Bir müddet sonra Rumeli Kavağı denen yerde duruyoruz. Az ilerisinde küçük bir kumsal var, insanlar denize giriyorlar. Bir balık restoranına giriyoruz adı Ayder (adı sonradan gözüme takılıyor). Şöyle boğaza sıfır, amiyane tabirle on numara bir yer. Deniz temiz gözüküyor, içinde balıklar aynen Urfa’daki Balıklıgöl gibi özgürce dolaşabiliyorlar. Küçük parçalar halinde attığımız ekmekleri birbirlerinin üstüne çıkarak kapmaya çalışıyorlar. Bunları geçelim, kendimize hoş manzaralı bir masa seçiyoruz. Oturuyorum sandalyeme. Garip bir sükûnet çöküyor üzerime. Efil efil esen boğaz yelinin yumuşak ve sessiz halde yanaklarımdan öpmesi beni alıp götürüyor bulunduğum yerden. Kana kana içime soluyorum bulduğum bu hoş nefesi. Hayal ile hakikat arasında şöyle bir gidip geliyorum. Birkaç dakika öylece susuyorum. Yüzümü boğazın eşsiz güzelliğine çevirip, sol yanımdan karşıdaki Anadolu kavağına bakıyorum. Önümdeki masada ne olup bitiyor hiç bakmıyorum. Unutuyorum başımın ağrısını, midemin bulantısını. Şöyle bir gülümsüyorum. Hani yazımın en başında da demiştim ya hep televizyonlardan izliyor, gazete, dergi, kitaplardan okuyordum. Şimdi ise o izlediğim, okuduğum şeyler bir bir gelip beni buluyor. “Vay be! Kaderde bu da varmış.” diyorum. Yemeği anlatmak istemiyorum ama şu birkaç şeyi söylemeden geçemeyeceğim. Yapmacık hareket yapmayı sevmem. Ben uğraşamam o sosyete işi şeylerle. Nasıl rahat edersem öyle yerim yemeğimi. Bilmem çatalı sola al, bıçağı sağa al vs. ister görgüsüz ister cahil desinler aslında çok iyi biliyorum bunları yapmayı ama dediğim gibi rahat edemiyorum. Anlayacağınız dert etmem, çok rahat adamımdır, hele askerden sonra. Yavaş yavaş keyfini çıkara çıkara yemeğimizi yedikten sonra şöyle iki orta bir sade Türk kahvelerimizi istiyoruz. Aslında Türk kahvesi pek içmezdim ama vakti zamanında birileri beni alıştırdı, anlayana. Yudumladıkça fincanımdan, köpüklü kahvemi, bir çentik atıyorum listemin en başındaki, arzuma. Daha şimdiden tamamlandı. Ama bunu kimse bilmiyor.
Hiç bitmesin bu anım, zamanı durdurmak istiyorum. Ama nafile! Ne kadar gücüm yeter ki? Her şeyin sonu olduğu gibi gelip geçici âlemde bu en güzel ömür çizgilerim tıpkı diğerleri gibi mazide hoş bir seda bırakıyor. Lezzetlerin en bakisini Allah bize ukbâda versin istiyorum.

6 Temmuz 2011 Çarşamba

İSTANBUL-II : Bir delilik yapmak...

Bilmiyorum ki neresinden başlayayım yazımın. Hani insanlar yaşadığı sürece çok şey yapmak isterde durum ve şartlar buna engel olur. Her şey monoton bir hal alır, tıpkı her sabah aynada aynı çehreye bakmak gibi. Bende de yapmak istediğim birçok şey bu şekilde vuku bulmadı. Baktım olmuyor, hep bir şeyler mani oluyor isteklerime karşı, kendi kendime dedim ki: Şöyle iki üç yıllık yapmak istediklerimi sıralayan bir liste yapayım. İşe hemen koyuldum: Bir, iki, üç,…
Tüm isteklerim için listemi tek tek sıraladım. En nihayetinde ilk sıradaki isteğime baktım: Bir delilik yapmak…


Peki, ne olabilirdi ki bu bir delilik? Derken uzun zamandır İstanbul’a gitmek istediğim aklıma geldi. Hiçbir şey düşünmeden, neyle karşılaşacağımı bilmeden, bir İstanbul bileti aldım. Nerede ineceğim, nereye gideceğim, nerede kalacağım, orada ne yapacağım?… Bu soruları çoğaltmak mümkün.  Anlayacağınız benimkisi tam anlamıyla bir delilik. Aslında adımlarımı sağlam atan biriyimdir. Niye böyle bir karar aldığımı şöyle bir geçmişi anımsayarak anlatayım:
İstanbul çok iyi bildiğim, bir o kadar da hiç bilmediğim bir şehir. Herkes gibi çocukluğumdan beri İstanbul’a karşı hep bir muhabbet besledim. Hep bu şehrin özlemiyle yandım, tutuştum. İlkokul, ortaokul, lise derken ben hâlâ İstanbul’u televizyonlardan izliyor, gazete, dergi ve kitaplardan okuyordum. Bu nedenle İstanbul’daki her yerin adını bilirim fakat neresi olduğunu bilmezdim. Bundandır çok şey bilmem, bundandır hiçbir şey bilmemem. Varlığını dahi bilmediğim bir yara olarak hep içimde kalmıştı.
İstanbul’a ilk gidişim bir grup arkadaşla gezme niyetiyle oldu. Fakat sadece okuldan fırsat bulduğumuz bir günümüz vardı. İçinde yaşayanların dahi birçok yerini gezmemiş koskoca bir şehri biz bir güne ne kadar sığdırabilirdik ki. Anlayacağınız o kadar da verimli bir gezi olmamıştı. Ama olsun o ilk gidişin verdiği heyecan bu gezimi o kadar değerli kıldı ki buna değerdi. İkinci ve üçüncü gidişim iki haftalık bir seminer için uçakla havalimanına inmemle başladı. Bu kez farklıydı çünkü tek başınaydım ve ne yapmam gerektiğini tam olarak bilmiyordum. Elimde sadece bir adres, bir şekilde sora sora buldum. Fakat bu kez de hiç bir şey anlamamıştım, seminer dolayısıyla hâlâ içimdeki İstanbul ateşini söndürememiştim. Yani merakımı giderebilmiş değildim. Şafak geceden kalan tortuları hâlâ silebilmiş değildi. Hep bir fırsat bulup gitmek istiyordum ama bir türlü olmuyordu, yaram gittikçe derin bir hâl alıyordu.
Bir gün bir telefon geldi. Öylesine yapmış olduğum bir memuriyet tercihi beni hayatımla ilgili iki tercihten birini yapmam için zorunlu kılmıştı. İşte o zaman içimdeki özlem bir anda korkuya tebdil etti. Şimdi ne yapacaktım, bir hafta sonrasında da öğretmenlik atamam yüksek ihtimalle çıkacaktı. Bir yanda yıllarca özlemini çektiğim şehir, diğer yanda yıllarca yapmak istediğim bir meslek. Allah’ım ne zor bir karar! Benim için ıstırap içinde, hesap kitap ve gelecek endişesiyle geçen iki hafta. En nihayetinde mesleğim ağır bastı ve başka zaman başka fırsatların çıkması ümidiyle gitmedim İstanbul’a. İşte böyle bir ümidin getireceği haberi, arzın arşla kucaklaştığı o yakın ama bir o kadar da uzak kesişme mahalline hep özlemle buğulu bakışlar atarak bekledim.
Beklentilerimi ele vermeyen içimdeki bu esrar perdesini bir fırsat, bir sebep, bir neden aralasın diyordum ve bir asker arkadaşım içimde yıllarca büyüttüğüm bu özlem ve hasretle deşilmiş yarama merhem oldu.
Bana göre iyi ki yaptım demeyi umduğum bir gezi için koyuldum yollara. Bu seyahatimdeki izlenimlerimi sizlerle samimi bir şekilde sonraki yazılarımda paylaşmak isterim. Vesselam…