Dedim ya benimkisi bir delilik. Belki de bir şeylerden en iyi şekilde zevk alabilmenin yolu budur. Bir fotoğraf için çeşitli pozlar verirsiniz de en son spontane yakalandığınız bir fotoğrafı beğenirsiniz ya benimkisi de o hesap bakalım bir de böyle deneyelim dedim ve öğrencilere karnelerini dağıttıktan sonra koyuldum İstanbul yollarına. İtiraf etmeliyim ki hiçte alışık olmadığım bu durum beni kaygılandırıyor ve göğsüme bir korku salıyordu. Ama olsun kâinatı çekip çeviren tılsım elbet beni de olması gerektiği gibi sürüklerdi.
Nerede bir arabaya binsem hemen aklıma uyku gelir, gözlerim ağırlaşır, bir müddet sonra gözlerimi kaldıramaz hale gelirim. Yine geleneği bozmadım. Yolculuğumun büyük bölümünü uyuyarak geçirdim. Sadece namazlarımı kılmak için mola vakitlerinde otobüsten ayrıldım. Neyse ki en sonunda gözlerimi açtığımda İstanbul’a girmiş, FSM Köprüsünü geçmiş, otogara varmak üzereydik. Sonunda varmıştık. İstanbul, yine her zamanki haline bürünmüş, yollar arabalardan görünmüyordu. Hava çok güzeldi, fazla bunaltmayan bir güneş ve ılık ılık esen bir serinlik. Arkadaşın verdiği tariften Mecidiyeköy otobüslerine binerek son durakta indim. Açlıktan midesi kazınan ve durakta kimsesiz ve sahipsiz bekleyen bir gölge. Ve sonra aklıma arkadaşım geldi, aradım, açmadı, mesaj yolladım, cevap yok. Şimdi ne yapacağım, derken mesaj sesi, hafif bir iç çekiş ve ferahlık. O gelene kadar nazarlarım şöyle bir tasavvura başlıyor, beni çepeçevre ihata eylemiş beton blokları. Karşımda bir gökdelen, Trump Towers, ne kadar heybetli! Önümden insanlar akıyor sel gibi, hep bir yerlere yetişmek. Sağımda, solumda, önümde, arkamda bir şehri sarmış damarlar gibi yollar, içinden akan kan misali arabalar…
Ve o vuslat anı… Yüzünü görünce içimi bir ferahlık saran nadir insanlardan biri. Bilmiyorum o ne düşünüyordur, boş vermişlik mi? Belki… Şöyle bir sarılıyoruz özlemle, çorak toprakların yağmura kavuşması gibi. Birkaç hasbıhal, biraz sükûnet, her şeyi anlatıyor ama daha konuşacak çok şeyimiz var diye düşünüyorum. İnce bir keman sesi duymuşum gibi hüzünleniyorum fakat bunu o bilmiyor, bilemezde çünkü duygularımı belli etmiyorum. Neyse biraz edebiyata daldım herhalde. Sonra nişanlısını almaya gidiyoruz, beni çok merak ediyormuş! Anlamam bu kıtmirin neyini! Yaklaşık on sekiz saat yol çekmiş, gözlerinde yolculuğun verdiği bir mahmurluk, yüzü ve kıyafeti pejmürde bir halde yakalanmak istemem ama olan oluyor. Kahvaltı yapmaya gidiyoruz, kahvaltı dedimse de, midem çok kötü, bir iki dilim börek. Yiyemiyorum onu da. Sadece biraz dinlenmek istiyorum. Hemen kalacak bir otel aramaya koyuluyoruz. Ne gariptir, bizim oralarda kırk kat yabancı dahi olsan seni hayatta dışarıda bırakmazlar, buraların kültürü de böyleymiş. İnsanlar rahatsız edilmek istemiyorlar. Hoş, bende pek rahat edemem ya! Hani şu filmlerde evden kaçmış insanlar gibi hissediyorum kendimi. İdare eder bir otel buluyoruz, Mecidiyeköy oteli, er gibi yıldızı kıt. Birazcık toparlayayım diye odaya zor atıyorum kendimi. Ne çare, uyumak mı asla! Bir sağa dönüyorum bir sola, kapatıyorum gözlerimi, dinlenmek yasak, izin vermiyor ağrılarım. Kendimi kandırarak, dinlenmiş numarası yapıp doğruluyorum yataktan. Lavaboya yöneliyorum, gözüm aynaya takılıyor, sanki sakalım uzamış. Tıraşımı oluyorum, kendimi birazcık olsun mezbelelikten çıkarmak istiyorum. Kıyafetlerimi değiştiriyorum, parfümümü sıkıyorum, maddiyattan sonra sırada maneviyat. Tek kanatlı kuş uçmaz ya. Çıkıyorum otelden, vakit öğle. Ezan sesinin geldiği yöne doğru yöneliyorum. Giriyorum camiye, görevimi ifa ediyorum. Hafif bir gülümseme alıyor, elmacıklarım. “Nasipte buralarda da alnımızı secdeye götürmek varmış.” diyorum. “Bu bile buralara kadar gelmeme yetiyor” diye düşünüyorum. Ardından gözlerimi saatime iliştirip daha vaktim varmış deyip Profilo Alışveriş Merkezine atıyorum kendimi. Önce kat kat dolaşıyorum, mekânı tanımak için. Sonra bir kafenin masasına bırakıyorum kendimi. Çayımı yudumlarken, neler yapmam gerektiği ile ilgili hayallere dalıyorum. Ve telefonumun sesi, arayan arkadaşım, gülümseme. Hani dedim ya ismini duyduğumda, hatırladığımda, yüzünü gördüğümde içimi ferahlatan nadir insanlardan biri. Bir müddet sonra alıyorlar beni o kapitalist kutucukların içinden.
Elime düğün davetiyelerini uzatıyorlar. Sanki kendilerini buna mecbur hissetmişler gibi. Gideceğimiz yere varana kadar davetiyeyi elimden bırakmıyorum, düşünüyorum. Mutlak gelmeliyim ama nasıl? Sonra soruyorum: Gelsem ne olacak, gelmesem ne olacak ki? Hadi geldim, tek başına böyle yerlere gitmeyi hiç sevmem ki, kendimi çok kötü hissederim. Tamam, bundan önce hiç kimseyi tanımadığım düğünlere gittim, fakat sadece gırgırına. Öyle ki bu düğünlerde piste çıkıp oynadıklarım bile olmuştur. İnsanlar arasından birileri beni tanısa hayatta bir düğünde o şekilde çıkıp oynamam. Ama bu düğünde sadece iki kişiyi tanıyorum, onlarda biri gelin diğeri damat, ne acep! Tüm bunları düşünürken bir yandan da nazarlarım dışarıda. Koskoca bir ormanın içinden geçiyoruz. Herhalde burası şu meşhur Belgrad Ormanı diye içimden geçirirken, kulaklarım bir anda “burası da Belgrad Ormanı” cümlesini işitiyor. Gülümsüyorum, “şu meşhur olan, demi” diyorum. Bu arada yol uzadıkça uzuyor, midemde çok kötü oldu, başım ağrımaya başladı. Nerede bu menzil? Daha yakın yerlerde öğle yemeği yiyemez miydik? Bu kadar zahmetten sonra gittiğimiz mekan, çekilen sıkıntılara değsin istiyorum. Az kaldı, dur biraz, çok kötüyüm, pencereyi açayım, noluyoruz… Arabalar, sesler bunalttı beni, derken Sarıyer’e geliyoruz. Sahilde aralarında bir kaç tanesini saymazsak, eski ihtişamını yitirmiş gibi duruyorlardı, yalılar. Aslında yollardaki araçların sesinden, ağır vasıtaların zemini titretmelerinden bu yalılarda oturmak hiç de rahatlık vermiyormuş, sakinlerine. Az ilerde “Modern Aşk-ı Memnu” dizisinin çekildiği yalıyı gösteriyorlar. Ekranlardaki gibi muhteşemde görünmüyor. Çok mu memnuniyetsizim bugün ne? Hiçbir şey hoşuma gitmiyor. Bir müddet sonra Rumeli Kavağı denen yerde duruyoruz. Az ilerisinde küçük bir kumsal var, insanlar denize giriyorlar. Bir balık restoranına giriyoruz adı Ayder (adı sonradan gözüme takılıyor). Şöyle boğaza sıfır, amiyane tabirle on numara bir yer. Deniz temiz gözüküyor, içinde balıklar aynen Urfa’daki Balıklıgöl gibi özgürce dolaşabiliyorlar. Küçük parçalar halinde attığımız ekmekleri birbirlerinin üstüne çıkarak kapmaya çalışıyorlar. Bunları geçelim, kendimize hoş manzaralı bir masa seçiyoruz. Oturuyorum sandalyeme. Garip bir sükûnet çöküyor üzerime. Efil efil esen boğaz yelinin yumuşak ve sessiz halde yanaklarımdan öpmesi beni alıp götürüyor bulunduğum yerden. Kana kana içime soluyorum bulduğum bu hoş nefesi. Hayal ile hakikat arasında şöyle bir gidip geliyorum. Birkaç dakika öylece susuyorum. Yüzümü boğazın eşsiz güzelliğine çevirip, sol yanımdan karşıdaki Anadolu kavağına bakıyorum. Önümdeki masada ne olup bitiyor hiç bakmıyorum. Unutuyorum başımın ağrısını, midemin bulantısını. Şöyle bir gülümsüyorum. Hani yazımın en başında da demiştim ya hep televizyonlardan izliyor, gazete, dergi, kitaplardan okuyordum. Şimdi ise o izlediğim, okuduğum şeyler bir bir gelip beni buluyor. “Vay be! Kaderde bu da varmış.” diyorum. Yemeği anlatmak istemiyorum ama şu birkaç şeyi söylemeden geçemeyeceğim. Yapmacık hareket yapmayı sevmem. Ben uğraşamam o sosyete işi şeylerle. Nasıl rahat edersem öyle yerim yemeğimi. Bilmem çatalı sola al, bıçağı sağa al vs. ister görgüsüz ister cahil desinler aslında çok iyi biliyorum bunları yapmayı ama dediğim gibi rahat edemiyorum. Anlayacağınız dert etmem, çok rahat adamımdır, hele askerden sonra. Yavaş yavaş keyfini çıkara çıkara yemeğimizi yedikten sonra şöyle iki orta bir sade Türk kahvelerimizi istiyoruz. Aslında Türk kahvesi pek içmezdim ama vakti zamanında birileri beni alıştırdı, anlayana. Yudumladıkça fincanımdan, köpüklü kahvemi, bir çentik atıyorum listemin en başındaki, arzuma. Daha şimdiden tamamlandı. Ama bunu kimse bilmiyor.
Hiç bitmesin bu anım, zamanı durdurmak istiyorum. Ama nafile! Ne kadar gücüm yeter ki? Her şeyin sonu olduğu gibi gelip geçici âlemde bu en güzel ömür çizgilerim tıpkı diğerleri gibi mazide hoş bir seda bırakıyor. Lezzetlerin en bakisini Allah bize ukbâda versin istiyorum.
Ah şu İstanbul!
YanıtlaSilAnlat anlat bitmez...
YanıtlaSilVay İstanbul aşıkları...
YanıtlaSil