29 Eylül 2011 Perşembe

İSTANBUL-IV: Kısacık Bir Rüya...

Garip bir yer şu İstanbul. İnsanlar hem burada bulunmaktan şikâyet ederler hem de bir türlü buradan vazgeçemezler. Caddelerdeki, sokaklardaki insanların yüz ifadelerine bakınca hallerinden hiçte şikayetçi olmadıklarını görebiliyorsunuz. Dönüşte sahil yolunda müthiş bir araba trafiği vardı. Boğazı temaşa ederek yolculuk yapmak insana gerçek anlamda büyük bir haz veriyor. Yol boyunca sahilde insanlar hep bir şeylerle meşguller. Kimisi yürüyüşe çıkmış kimileri balık tutuyor, başkaları sahildeki kafelerde oturmuşlar koyu bir muhabbete dalmışlar, bazıları da sevgilileriyle ayrı alemdeler… yol boyunca en çok dikkatimi çeken yer, hiç şüphesiz Rumeli Hisarı çevresiydi. Yüzyıllarca Türk yurdunu savaşlarla kan ve gözyaşıyla ele geçirmeye çalışan düşmanlar, meğer kaleyi içten fethetmişler. Niye mi yoksa nasıl mı? Ecdat yadigârı olan bu muhteşem yapıtın kıyısında olsun içki içiliyor, meşru daire çerçevesi dışında eğleniliyor. Bu nasıl bir pervasızlıktır anlamak mümkün değil. Bir zamanlar Akif’in deyimiyle gökten inen ecdat o alnı değil öpmek yüzümüze tükürür. Hüzünlü bir şekilde yönümü dönüyorum bu eşsiz eserden. Devam ediyoruz yolumuza az ilerde Bebek, sosyete mezbeleliği, anlatmak istemiyorum. Anlayacağınız tehlikeli bir güzellik İstanbul’un ki.
Ama tüm bu olumsuzluklara rağmen insanın içine o boğaz manzarası inşirah salıyor. İstanbul için yazılan şarkılardan birini terennüm etmeye başlıyor, dudaklarım. Gözlerimi alamıyorum, bu şaşalı panoramadan. Şöyle bir çerçeveye oturtuyorum. “Olsun!” diyorum.
İstanbul gezimin ikinci günündeyim. Bu gün için tiyatrocu bir arkadaşla sözleştik. Onunla İstanbul’un altını üstüne getireceğiz. Bir yerlere alışmak için orada bir gün yatmam yeterli. Karnım acayip zil çalıyor. Kahvaltı için bir yerler arıyorum Mecidiyeköy sokaklarında. Kendimi sanki buraların sakini imiş gibi hissettim. Uzun yıllar buralarda oturuyormuş gibiyim. Az ilerde bir börekçi görüyorum. Sabah sabah hiçte fena olmaz diyorum ve masaya oturuyorum. Şöyle tabakta karışık bir börek servis edilmesini istiyorum. Yanında duble bir çay. Sabahın o insanın içini serinleten İstanbul havasından şöyle bir içime çekiyorum.
Hisli bir nağme duyar gibi oluyor kulaklarım. Oturuyorum bir süre çayımı yudumlarken. Düşünceler yansıyor beyin nöronlarımdan duyu organlarıma. Arkadaşımın gelmesini bekliyorum bir yol kenarında. Ayakta durmak biraz yoruyor beni. Şöyle bir kenara çiçekliğin kenarına oturuyorum. Bir taraftan çevremde olup bitenleri izliyorum. İnsanları, binaları, dükkânları, arabaları vs. garip ama insanlar bir bana bakıyor bir de çevremdekilere. Başta fark etmiyorum. Sonra merak edip çevremdekilere şöyle bir bakınca hani amele pazarı denir ya o şekilde insanlar işe gitmek için burada bekliyorlarmış meğer.  Kıyafetlerinden bunu anlamak hiçte zor görünmüyordu. Bir müddet sonra arkadaşla buluşuyoruz. Kısa bir hasbıhalden sonra Yıldız Parkı’na gitmeye karar veriyoruz. Orada ben kahvaltımı yaptım ama şöyle güzel bir kahvaltı yapalım diyor dostum. Bende ”hay hay! Sen nasıl istersen?” diyorum. Yıldız Parkı tabiri caizse on numara bir yer. Kendimce ben İstanbul’da olsam hafta sonları sırf kitap okumak, kafa dinlemek için hep buraya gelirim diyorum. Güzel bir kahvaltının ardından park içinde gezintiye çıkıyoruz. Pazar günü olması ayrı bir tevafuk olmuş, İstanbullular buraya aileleriyle akın etmişler. Bir şey ilgimi çekti. Park içinde en az on kadar gelin ve damat gördüm. Herhalde düğün öncesi ya da sonrası bu parka uğrayıp resim çektirmek âdettendir diye düşünüyorum. Şöyle bir çime oturuyoruz ve “işte hayat “ diyorum. Az ilerde çocuk parkındaki çocukları seyre dalıyorum. Sol tarafımızda çifte kumrular diğer tarafta aileler… İnsan huzur içinde hissediyor burada kendini gerçekten. Neyse ayaklanıyoruz, ben  çiçeklerin fotoğraflarını çekmeyi çok seviyorum, parktaki çiçeklerin fotoğraflarını çekiyorum. Bu ne güzellik ve zarafet!
İkinci olarak bir sahil turu yapalım diyoruz. Ortaköy’den başlıyoruz gezintimize. Allah’ım be ne kalabalık. Ortaköy’de kumpirciler karşılıyor bizi. Ardından sıra sıra kafeler. En sonra o meşhur Ortaköy Camii tüm heybeti ile karşımızda. Ama tadilat dolayısıyla kapalı. Nedense hep tadilat dolayısıyla! Caminin arka kısmında boğaz turu için tekneler bekliyor. Yaklaşık bir saat süren bir boğaz turu. Hiçte fena olmaz diyorum ama pek fazla zamanımız yok ki! Başka zamana inşallah diyorum. Sırada Beşiktaş… Beşiktaş’ı daha önceden gezmiştim, o nedenle birazcık bilgim var. Taksim yokuşundan Taksim, İstiklal Caddesi gezdik dolaştık. Hiç buralara kadar gelip de Galata da Çay içmemek olur mu? Topkapı Sarayı boğaz manzaralı mekânda bir şeyler içme şerefine de nail olduk. En nihayetinde Eminönü’nde aldık soluğu. Türklerden çok yabancıların olduğu tarihi yarımadayı dolaştık. Beyazıt’ta adını unuttuğum, medrese diye tabir edilen yerde nargillerimizi içimize çekerken şehzade çayımızı yudumladık. Aslında bu nargileden de tıpkı sigara gibi hiçbir şey anlamam fakat ortamın zevkini çıkarmak için içelim bakalım dedim. Saat çok geç oldu ve ben kaldığım otelin yolunu tuttum. Ertesi gün. abbas yolcu. Böylece bir İstanbul maceramı da bitirmiş oldum.
Başka zamanlarda başka şekillerde böyle güzel gezilerimin olmasını temenni ederek yazıma son noktayı koyuyorum.

2 yorum:

Yorumunuz için teşekkürler...