İnsanız, sosyal bir varlığız. Ailemizle, akrabalarımızla, komşularımızla yaşıyoruz. Her alanda ortak yaşantılarımız var. Kimimiz bir şeylerden hoşlanıyoruz, kimimiz nefret ediyoruz. Kimimiz gülüyoruz, kimimiz hiddetleniyoruz. Peki, orta yolu nedir bu durumun. Neden birbirimizin yaptığı şeylere karşı tahammülsüzlük besliyoruz. Neden dayanamıyoruz, sabredemiyoruz, hoş göremiyoruz.
Dünyada insanlar adedince farklı dünyalar, farklı düşünce ve kalıplar vardır. Neden başkalarını kendi kalıplarımıza sığdırmaya çalışıyoruz. İnsanları neden olduğu gibi kabul etmiyoruz ki? Onları niye kendimize benzetmeye çalışıyoruz? İnsanın doğası böyle maalesef. Bu nasıl bir işkence ki birbirimizi olduğu gibi, Allah’ın yarattığı şekilde kabullenemiyoruz? Zorumuz ne ki? Niçin diyaloglar kurmuyoruz, araştırıp incelemeden yargıya varıyoruz? Kendimizi Berlin duvarının arkasına hapsetmişiz. Yıkalım artık tabularımızı. Nasıl insanlarız ki duymaya tahammül edemediğimiz şeyleri biz kendimiz konuşuyoruz. Bırakın herkes din, dil, ırk, düşünce farkı gözetmeksizin yaşasın. Herkes inandığı şekilde giyinsin, yaşasın fakat başkalarının sınırlarını zorlamadan. Başkalarının giydiği kıyafetlere, dinlediği müziklere, söylediği sözlere vs tahammül et, sabır değil, hoşgörü göster. Biliyoruz ki sabrın da bir sonu var. Hırçınlaşma, sağa sola saldırma, fikret, mantıklı davran, sorumluluğunu bil.
Ben böyle yapmak istiyorum, sen şöyle yap, o böyle yapsın. Ben farklı konuşmak istiyorum, o farklı. Şimdi ne olacak? Diğerleri senin gibi yapmıyor diye birbirimizi mi boğazlayalım, keselim, yok edelim. Galip gelen borusunu öttürsün mü? Bu nasıl bir düşünce Allah aşkına! Nerede kaldı bizim zenginliğimiz. Hani farklılıklarımız zenginlikti? Niye yaratıldığımızı, niçin yaşadığımızı unuttuk galiba. Neyse, bu soruların cevabını umarım şu hikâye veriyordur:
Meleklere gitti, can sıkıntısının üstesinden gelmesi için kendisine öyle bir çırpıda bitmeyecek bir iş önermelerini rica etti.
Melekler, eline bir törpü vererek;
“Git, Himalaya dağlarını törpüle” dediler.
Sekiz bin yıl geçti. Adam tekrar meleklere gitti:
“O iş bitti” dedi. “Yine canım sıkılmaya başladı.”
Bu sefer, kendisine bir kaşık uzatıp Atlas Okyanusunun sularını boşaltmasını önerdiler.
Yirmi iki bin yıl sonra adam tekrar karşılarına çıkınca da yeni bir iş istediğini anladılar. “Doğruca dünyaya in! İnsanların arasını bulmaya çalış. İnsanlar birbirlerini yemekten vazgeçince geri gelir, bize haber verirsin” dediler.
Ve bir daha adamı hiç görmediler.
Bu hikâyeyi okuyunca gerçekten bu yazıyı yazmanında bir faydası olmayacaktır diye düşündüm ama hani şu denizyıldızı hikâyesinde olduğu gibi genç eline aldığı denizyıldızının hayatını kurtardığını düşünür de bende belki birileri okur da birazcık olsun bu konuda tefekkür eder bir şeyler yapar dedim.
Netice itibariyle acizane kanaatime göre tüm bunların altında yatan sorun şu ki; fikir, yaşayış, inanç ve değerlerine güveni olmayan insan, aksi durumlar için tahammülsüzlük göstermektedir. Vesselam…
Hoşgörünün tek başına bir anlamı olmadığını düşünenlerdeniz sanırım. Yüreğine sağlık...
YanıtlaSilHoşgörmek, gayret, çapa, cehd gerektirir ve bunlarla anlam kazanır.
YanıtlaSil