30 Temmuz 2015 Perşembe

yalnızlığın tepesinde


Susuyorum!
Susmak istiyorum.
Çevremde uçuşan imalı sözcüklere rağmen,
İçimdeki hırçın, asabi duygulara inat,



Direniyorum!
Direnmek istiyorum.
Kalbimin sırçadan olduğunu bile bile,
Zırhını aşkla ısıtıp, nefretle sertleştirmeden.


Kapatıyorum!
Kapatmak istiyorum gözlerimi.
Beynimi çürük ve hastalıklı düşüncelere,
Uykumu ise karanlık, Sensiz düşlerime.


Bekliyorum!
Beklemeye çalışıyorum.
Boynumu büküp, gidişine rağmen,
İçimi yaralayan sözlerinin acımasızlığına inat.
Bekliyorum.

18 Temmuz 2012 Çarşamba

DÜŞÜNCE GÜNLÜĞÜM-IV


Uzun süre yazamamamın verdiği sıkıntıyla alıyorum kalemi elime. Elimde malzemem yok, zihnimde malzeme çok, yüreğimde ise coşkun nehirler gibi… iki garip misafir şu sıralar tahtıma oturmuş; birisi ben, ötekisi beni durmadan bıkmadan usanmadan takip eden diğer ben. İçimde hayalet gibi beliren misafirler beynimi iğdiş etmiş, bu nedenle kendimden başkasını düşünemez hale getirdi.

 Herkes gibi düşünmeyi reddediyorum, mahiyeti meçhul bir maiye eğilmiş bir yudum almaya çalışıyorum. Dökülüyor elime, gözüm kapalı tadıyorum fakat tadı acımtırak geliyor. Dudağımı yakıyor. Alamıyorum kendimi, çekemiyorum. Bir şeyler beni ona doğru itiyor veya çekiyor, anlayamıyorum. Dedim ya mahiyeti belirsiz. Belki hamurunda sihirli bir cazibe var, farkında bile değilim.

Beynimin içindeki o karanlıkta nelerin döndüğünü bilemeyecek kadar farkında değilim kendimin. İnsanla düşünceler arasında kavga ediyorum. Gereğinden fazla bulduğum bu çatışmalar beni çevreleyen gülden halenin yerini dikenden bezenmiş bir kompleksler dünyasına itiyor. Hayatımı dar bir alana hapsedecek kadar da beceriksizim. Lahuti nağmelerin yerini beşeri kalıplar almış bedenimde ya da zihnimde. Boynumu uzatıyorum, cellâdımın elini üzerime değdirmeden boyun tipli giyotin kalıbına. Ne soğuk, ne haysiyetsiz, ne çirkin bir sözcük, giyotin, mecazi de olsa.

Bir zamanlar ben olan ya da şimdi öyle zannettiğim, yaşamak için hayaller kurup hikayeler uyduruyorum. Biliyorum ki hepsi sıkıntılı aklımın kurgusu. Galiba çok abartır oldum içinde yaşadığım bu hayatı. Çokta dert etmemek gerekir herhalde. Kimisi üç beş sene der, kimisi yetmiş seksen. Ennihayetinde sonu aynı yere çıkmıyor mu sence? O halde daha neyin sıkıntısındasın ey beynim? Neyi düşünüyorsun böyle? Sen kararını ver, tercihini yap. Tevekkül yalnız Allah için. Vesselam.

30 Nisan 2012 Pazartesi

DİLEMMA


Ne istediğimi bilmiyorum ben. Neye hayır neye evet diyeceğim. Bırak beni Allah aşkına. Ne olacak ki bende gönlümün istediği gibi yaşasam. Benim yaşadıklarımdan, yaptıklarımdan başkalarına ne ki. Onlar önce kendi hallerine baksın. Boş ver duygularını yaşa, bırak kendini sal gitsin. Ha aptal sen zaten başkalarının senin hakkında veya senin yaptıklarınla ilgili ne düşündüğü ya da ne söylediği ile ilgilenmezsin ki senin derdin Rabbinin sana nasıl baktığı ile ilgili, nasıl bir kul olduğun ile alakadar.
Bazen öyle bir an geliyor ki tarif edemediğim duygular, bitmesini istemediğim zamanlarda, bürüyor bedenimi. Zehirli sarmaşık gibi beynime dolaşık düşünceler geçiyor, şeytanla oynaşarak. Ve bu nedenledir ki baş edemiyor aklım kendimle. Oluruna bırakıyorum, tövbe kapısını açık bırakarak. Ve sonunda soğuk soğuk terler döküyorum, ah şu dünyevi meseleler. Bir korkular muamması, düşünceler yumağı ve belirsizlik silsilesi…
Her ne kadar hayata umursamaz tavır takıp nazire yapsam da vicdanım hiçte zannettiğim gibi değil. Pişmanlığım, Hz Hamza’nın sinesine saplanan kahpe mızrak gibi saplanıyor yüreğime. İsyankâr bir şeytan sırıtıyor tozu dumana katmış yığınlar arkasından. Kavruk bedenim çöller altında yanmış, kıvrak dilime pelesenk olmuş sözcükler, firar etmeye çalışsa da olmuyor, içinde mahpus durumumdan.
Neler söylüyorum ben böyle? Sanırım kükürt kokulu hava zerrecikleri kurşun kadar ağır geliyor cesedime. Dudaklarımdan uçuklar patlar ve somutlaşır, kan yüklü kabuk bağlamış sözcükler yakar geçer içimden. Düşlerimde yıkadığım şehvetim, depreşik duygularımı o derece hararetlendiriyor ki uğraşamam seninle, hey! Cımbızla çekip al ey hayat, beni buradan. Dev sancılara gebe olmak bu olsa gerek. Yosunlaşmış sinirlerim hissetmemekte… Betim benzim sarı, ellerim titrek, gözbebeklerim kocaman. Arkamdan mı geliyor Azrail, yoksa önümde mi karşılayacak. Sinsi sinsi bakan şeytan tüylü şeytancıklar, kim bilir, bilemedim belki kıs kıs gülüyorlar.
Yahu anlamıyorum, neden zoru seviyorum ki. Neden kimine göre geç kimine göre erken geldim dünyaya. Neden senle seni kaybetmeden önce karşılaşmadım. Dilimden uçan her kelime, ruhumda ayrı ayrı fırtınalara sebep oluyor. Sus nolur? Konuşma daha fazla beni bana isyan ettirme, beni bana delirtme. Şizofrenik, mazoşist hislerimi uyandırma, depreştirme. Dipsizlik gölünde, yok yok, çölünde kaybettirme kendimi. Zaten geçmiş zamanın geçmişleri dokumuş zihnimde örümcek ağlarını. Geleceğimse meçhul tarifli bilmeceler…
Karar vermek, kararsızlık… Ne zor şey! Bırak desem beni kendimle, bırakma ey melek! Boşluğumda karanlığın, kovalayan şeytan mı yoksa melek mi? Bir yön, aklım ve mantığım şu yoldan gitme,  seni bitirir; diğer yön, hislerim, zarar verse de alacağın haz ve zevk daha büyük. Ne yapsam bilemiyorum. Keşke çıkmasaydın karşıma ey şey. Ben önce daha rahattım, daha huzur doluydum. Kafatasımda yivleşen kem düşüncelerin açtığı gediklere çivi çakmakta kocaman bir balyoz. Derin sancılar, akis akis migrenleşiyor uykumda ya da uyanıkken. Soranlar bilmiyor ki bin bir gece, bin bir düşünce… Zehirle bezenmiş gül, dikenler arasında.  Ne garip bir hal! Bir zamanlar fikir verirken başkalarına nerden bilebilirdim ki fikirlerimin kendime zarar vereceğini. Ah keşke çocuk kalabilseydim. Kovalamalıydım, ben körebe, nerdesin çocukluğum, her yer karanlık, göremiyorum önümü.
Ve şimdi bayatlamakta zaman, lastik gibi esnemekte hayat. Ben hâlâ neyin mücadelesindeyim. Sırça bir kafes, içinde yalnızlığım, bir başınayım. Elimde demir levye, kırsam başıma yıkılır dünyam, yok kırmasam sadece bakmakla yetinmek ve kalabalıklar içinde yalnızlık. Bir niyaz, bir dua, bir çare… Yine mi iniş ve çıkış. Maalesef kanun buymuş. İstemiyorsan terk et. Yani ya sev ya da terk edemezsin, mecbursun yaşamaya. Vızıldayıp durma sivrisinek gibi kulağımda. İstemiyorum senin nasihatlerini, istemiyorum senden medet.
 Ve son bir HÛ çek, öyle bir HÛ ki sönük göğsümde kalbim yeniden canlansın. Vesselam…

1 Nisan 2012 Pazar

Maveradan bir ses...


                             Maveradan bir ses!
                                     Nedir bu hâlin, senin?
                                              Malayaniyât  ve mâsiva,
                                                       Bu mudur senin istediğin?
                                                                   Allah aşkına…
                                                                            Titre ve kendine gel,
                                                                                      Tam bir hüşyar kalp, ruh
                                                                                                ve dimağ  ile…
                                                                                                        Ağyar için değil,
                                                                                                                Yalnız O’nun için…

25 Mart 2012 Pazar

suskun deniz


Sessiz çığlıklarına gem vuran umman,
Dilime selamın düşse bulursun solgun bir beniz
Kendi girdabına düşmüş çırpınan serdergan 
Kurtulmam için susma konuş ey Suskun Deniz!


Kaderin imbikli yollarında tel tel
Çile küpünün içinde gül ve nergis
Istırap yüklü leylime nehar olarak gel
Biraz olsun acımı dindir Ey Suskun Deniz!


Yaralanmış bir gönülden akan bu kan
Helezonlar çizerek maviliğinde bırakır iz
Sonsuzluk olur adı ulaşılması zor hicran
Beni gözyaşlarında boğ Ey Suskun Deniz!


Bu kesretgâh eyledi senle beni fena
Bir kıynak gibi parçalar durur bu perhiz
Kasvetli bir gecenin ardından gelen ferda
Bizi nereye sürükler bilemem Ey Suskun Deniz!


Hicabımdan bakamam o derin gözlerine
Estirdiğin her bakış lahutiliğe haiz
Sineme ağır gelir bu yük, dayanamam sözlerine
Olsun artık olacak, toprak olsam Ey Suskun Deniz!

 
Pervasız gecelere rağmen sen engin
Gürül gürül çağlayanlara inat sessiz
Şimşekler kadar hızlı, yağmur gibi dingin
Gizli şafaklar arkasında bahar mı var Ey Suskun Deniz!


Kus içindeki nefretlerini karanlığın yüzüne,
Anlaşılmasın sözcükler, yalnız bıraksın kir ve iz
Kaldırsa da alnındaki nikabını, mil çek gözüne
Garipliğim elbet bir gün bitecek Ey Suskun Deniz!


Ey içinde sevdamı barındıran şehir!
Yeşilin olur bana düğün, mavin ise çeyiz
Ey içimde sevdanı arındıran nehir,
Dökülse sana doğru kavuşur muyuz Ey Suskun Deniz!


Bırak her şeyi inceldiği yerden kopsun
Küflenmiş hülyaların içinde sen ve ben tekiz
Tuttuğun her gülün dikenleri kanıma dolsun   
Çektiğim bu serzenişleri bir sen duy Ey Suskun Deniz!


Annemin nemli gözlerinde yaş olsam,
Sonra o niyazkâr dillerde filiz,
Nedem dönsem geriye, o bakışlarla dolsam,
Gurbet annesizliği de öğretti Ey Suskun Deniz!


Gerçek aşıklar yüzerken derinliklerinde
Fevç fevç çoğalır dalgalarında feyiz
Feveran eder durur siyahın serinliklerinde
Yüzümü okşayan rüzgârından bana da ver Ey Suskun Deniz!

 
Buraklar götürsün, her vakitte miracına
Susamış dudaklarıma imdat kalırsa naçiz
Dök benliğini, çal yerden yere, elzem değil tacına
İremler, Firdevsler bizi bekler Ey Suskun Deniz!

 

                                                                         –2007

17 Mart 2012 Cumartesi

Bir Kahve Molası Verelim mi?


Bir zamanlar çocuktum. Ailemden öğrendim nasıl yaşamam gerektiğini, ailemden öğrendim problemlerimle başa çıkmanın yolunu ve daha birçok şeyi. Daha doğrusu birçok şeyi öğrendiğimi zannettim. Derken hiç bilmediğim bir dünyada beni yalnız, kendimle baş başa bıraktılar. Tıpkı, teşbihte hata olmasın, yumurtadan çıkan ördeklerin o anda annesi tarafından suya bırakılıp haydi yüz bakalım demesi gibi bana da yüzlerce insanın arasında haydi yaşa bakalım dediler.

Başlarda göğsümdeki boşlukta korku saplantıları beni bir türlü yalnız bırakmadı. Ama bir süre sonra suyun yüzünde yüzmeye başladım. Alışmıştım, bu âleme. Sevmiştim. Evet, o kadar çok sevdim ki derinlere dalmaya başladım. Başka diyarlar keşfetmeye başladım. Aramaz olmuştum, beni bu dünyaya iten ailemi. Ta ki gerçek problemlerle karşılana dek. Tekrar döndüm haliyle. Bu kez bir bırakıp bir ayrıldım. Ama şunu öğrendim ki insan asla sevdiklerinden ayrı yaşamamalıymış.

İşte bir zamanlar öğrenciydim. İnsanlar arasında, arzla arş arasında, kâh gülerek kâh ağlayarak bazen menderes çizerek bazen de yüksek yüksek yarlardan aktım. Ruh halim, gökyüzünün rengine göre bazen gri ve siyah, bazen mavi ve beyaz olurdu. Şimdi ise farklı bir dünyada veya düzlükteki çukurda bir göle döküldüm. Meskûn mu meskûn bir mahalde kendimi bir anda çılgınlar gibi çağlarken sükûnet içinde buldum. Gariptir ama başta çok sakin gelen bu âlem aslında hiçte göründüğü gibi değilmiş. Kendi içinde o kadar çok karmaşa barındırıyor ki. Anladım ki esas yaşama mücadelesi buradaymış. Bir bakıyorsun gül bahçesinde zannettiğin bedenin, dikenler arasından kana bulanarak çıkıyor. Bazen de ateşler içinde alevlere tutuşmuş gibi görünüyorsun oysa İbrahim gibi serin oluyor her yer sana. Bazen ise bir uçurtma gibi gökyüzünde süzülürken kendini sert rüzgârlar sayesinde çalılıklara dolanmış buluyorsun. Bu dünyaya kapılıp öbür dünyayı unutuyorsun.

Şu an kendimi o kadar velveleli bir hayatta buluyorum ki bazen diyorum acaba biraz dinlenme zamanım gelmedi mi?  Birazcık inzivaya çekilme vakti gelmedi mi? İnsanın kendisiyle baş başa kalacak bir yer, bir liman bulma vakti gelmedi mi? Kimsenin bilmediği, keşfedilmeyi bekleyen doğal bir güzellik arıyorum. Sizce de bu güzellikte bir kahve molası verme vakti gelmedi mi? Hem de acı bir Türk kahvesi… Ve de karşılıklı içecek bir dost! Vesselam…

15 Mart 2012 Perşembe

Bir "CAN DÜNDAR" Yazısı...


Milliyet'in 3. sayfasında bir haber :

"12 yaşındaki kız internette tanıştığı adama kaçtı. "

Sayfayı çevirin:

Edirne'de sevişirken görüntülenen liseli kızın fotoğrafları...Ve günlerdir Mardin'den Sivas'a kadar Türkiye'nin dört bir yanından 12 -13 yaşında küçük kızlara tecavüz haberleri...

Madalyonun bir yüzünde ağzı salyalı sübyancılar var. Peki diğer yüzünde?...

Alttan alta inanılmaz bir " ergen ihtilali "yaşadığımızın farkında mısınız? Son zamanlarda bir lise mezuniyet balosunda bulundunuz mu hiç? Gitseniz, gördüğünüz ağır makyajlı,cesur dekolteli, yüksek topuklu, cep telefonlu kızların 16 - 17 yaşında olduğuna inanabilir miydiniz acaba?

Levent'te bir estetik kliniğinde görevli bir uzmanla görüştüm.

Dinlediklerime inanamadım:

" 14 - 15 yaşında kızlar, ana babalarından habersiz gelip kaşlarını kaldırmak, fazla yağlarını aldırmak, selülit tedavisi yaptırmak istiyor " muş.

Geçenlerde bir kız elinde Angelina Jolie ' nin fotoğrafıyla gelmiş ve " Bunun ki gibi dudak istiyorum " demiş.

18' lik bir lolita da göğüslerini büyütmesi için yalvarmış.

" En büyük istekleri " neymiş biliyor musunuz?

Zara'nın ya da Diesel' in 34 bedenine sığmak...Bunun için yarışıyorlarmış: " Çünkü televizyonda gördükleri mankenler 34 beden giyiyor. Onu giyebilmek için 44 kilo kalmaları lazım.

Bunun için resmen aç geziyorlar. Gün boyu yedikleri, bir kase yoğurt, iki tas salata, sigara, kahve ve kola... 500 kaloriyle yaşamaya çalışıyorlar. O yüzden vücutlarında demir, sodyum eksikliği var.

Yanlış beslendikleri için vücutları hızla deforme oluyor, müdahale için de bize geliyorlar. "

Uzman, bunun son 3 yılda gözlenen bir " patlama" olduğunu söylüyor:

"Ben de anneyim, 18'lik ' lipolu ' (yağ aldırmış) kızları görünce dehşete kapılıyorum.

Biriktirdiği 300 - 500 milyonla gelip; ' Dudağımızı şişir' diyenleri ' Bırakın dudağınızı da gidin kafanızı şişirin' diye geri yolluyorum. "

Genelde üst gelir grubundan hastaları bulunan bir jinekoloğun gözlemleri daha da çarpıcı:

"Genç nüfusta müthiş bir uyanma var " diyor. 17 - 18 yaşlarında lise öğrencilerinin kürtaj için başvurduğunu söylüyor ve bazı gözlemlerini aktarıyor :

Batı'da ergenlik yaşı 16 - 17' den 11 - 12' ye geriledi.

Amerika'da10 yaşa kadar düştü. Genç kızlar annelerinden çok daha erken adet görüyor artık...

Bunun, iklimden beslenmeye kadar pek çok nedeni olabilir ama en önemli nedenlerinden biri " psiko -

seksüel uyarımın artması "...Yani, okulda, çevrede ve özellikle de medyada cinsel teşhirin yaygınlaşması... Baştan çıkarıcı klipler, uyarıcı filmler, cinsellik yüklü diziler, çıplaklığa çağıran reklamlar, beyinde ergenliği erken uyandırıyor, cinselliğin keşfini hızlandırıyor.

Özellikle varlıklı kesimden gençler, lise çağında, özentiyle büyük ve seksi görünme derdine düşüyor. Karşı cinsi de sadece bir seks nesnesi olarak görüyor. Anneleri mi? Onlar da kızlarının ponponlu çorapları ve lastik ayakkabılarıyla genç görünme çabasında...

Küçükler büyük, büyükler küçük görünmek için yarışıyor adeta...

Kimseyi suçlamayalım; bu tablo bizim eserimiz:

İyi bir kalça sahibi olmanın, iyi bir kafa sahibi olmaktan daha fazla prim yaptığı bir ülkeden ne bekliyordunuz ki?

Kafasını çalıştıranların kafasını koparırken, kalçasını çalıştıranları baş tacı eden bir toplumda nasıl çocuklara "

Göğsünü değil, kütüphaneni büyüt " öğüdü verebiliriz ki?

Yasak çare değil... Beyin faaliyetine itibar kazandırmaya ve öncelikler konusunda topyekün bir hesaplaşmaya ihtiyacımız var.

Bu toplum nereye gidiyor sizce..

CAN DÜNDAR

13 Mart 2012 Salı

BİR POLEMİK: Dindar mı Kindar mı?


Bundan aylar evvelinde “Bir Eleştiri:Kuran Hayatımızın Neresinde?” adlı yazımda sizlerle şunları paylaştım: Ebeveyn daha çok bilinçli olmak zorundadır. Çocuklarının gelecekleri olduğu bilincine varmaları gerekmektedir. Yarınlarımızı şekillendirecek olanlar onlardır. Çocuklarının okul derslerine verdikleri önem kadar en azından dini eğitimlerine de, Kuran eğitimine de, ahlaki değerlerinin öğrenimine de önem vermek zorundadırlar. Kendini Müslüman olarak gören veya seçmiş bir toplum bu konuda zayıflık göstermesi düşünülemez. Bunun yanı sıra kendini lâik olarak tanımlayan bir devlet, vatandaşlarının dini eğitimini üzerine almıştır. Oysa yukarda sıraladığımız netice, devletin din eğitiminde ne kadar acziyet gösterdiğinin kanıtı niteliğindedir. Devlet olarak hangi dine müntesip olursa olsun vatandaşının dini eğitimini alacağı denetimini en iyi şekilde yaparak kurumlar açmak veya açtırmak zorundadır. Daha çok İmam Hatipler, Dini Enstitüler, Kuran Kursları, Kuran Enstitüleri vb kurumlar açılmalıdır. Toplum bu konuda teşvik edilmeli hatta bazen zorunlu kılınmalıdır.” Burada söylenilen ifadeler , tamamına yakını Müslüman olan bir ülkede dininin gereklerini tam anlamıyla uygulamaları açısından söylenmiş sözlerdir. Yani bu alıntıyı kendi içinde değerlendirmek gerekir. Başka inançlara bağlı insanlarında kendi kurumlarını açtırma hakkı vardır.
  
Devlet anayasadan aldığı yetkiyle en tabii ve kanuni vazifesini yerine getirerek dindar ya da maneviyatı yüksek bir nesil yetiştirmek isteyenler için gerekli kurumları ve şartları tesis etmelidir. Burada şuna dikkat edilmelidir ki devlet yetiştirmelidir demiyoruz, yetiştirmek isteyen ebeveyn için gerekli ortamı ve şartları oluşturmalıdır. Çünkü devlet eliyle yetiştirilen nesillerin ne kadar da sığ görüşlere sahip çıktığını geçmişimizden görüyoruz. Yetiştirildiği iddia edilen nesillerin nasıl bir günde taraf değiştirdiğine ironik bir şekilde şahit olmuşluğumuz vardır. Bu gün okullarda verilen din derslerinin öğrenciler tarafından ne kadar da alaya alındığını bir eğitimci olarak görebiliyoruz. Neticede eskilere bakıldığında bugünde dindarlık iddiasıyla yetiştirilen bir neslinde dinle bir ilgisi olmayacağını tahmin etmek pekte zor olmayacaktır eğer ki devlet eliyle olursa.

 İnsan hakları belgelerine göre ana babalar 18 yaşına kadar kendi doğrultularına göre çocuklarını yetiştirme hakkına sahiptir. Bu nedenle çocukları yetiştirme hakkı anne babaya verilmiştir. Peki son zamanlarda neden böyle bir polemik içine girildi. Bu duruma karşı çıkanlar niçin karşı çıkıyor, destek olanlar neden destek oluyor. Karşı çıkanların bu konudaki en büyük iddiası, bunun bir ideolojik baskı olduğudur. Dindarların, dindar olmayanlara karşı bir baskı oluşturacağı korkusudur. Aksini iddia edenler ise yapılmak istenen şeyde ülkenin bütün çocuklarını, velileri istesin istemesin dindar Müslüman yapacağız anlamının çıkmayacağıdır.
Bu gün maalesef özellikle ülkemizin batısında gençlerimiz arasında ahlaksızlık ve inanç boşluğu o kadar vahim neticelere ulaşmış ki (bunu görmemek mümkün değil) devlet tam bir farkındalıkla karşılaştığı bu olumsuz durumla gençlerimizde kaybolmaya yüz tutan maneviyat ve inançtan medet umup onu yeniden ihya etmeye, yola sokmaya çalışmaktadır. Şunu biliyoruz ki madden yücelmiş lakin manen tefessüh etmiş, bozulmuş medeniyetler, toplumlar, tarihin tozlu raflarında yer almıştır. Buna binaen peki biz ne istiyoruz:

Necip Fazıl’ın deyimiyle:
Bir gençlik, bir gençlik, bir gençlik... 
"Zaman bendedir ve mekân bana emanettir!" şuurunda bir gençlik...


Biz artık üçüncü sayfa haberleri görmek istemiyoruz. Karısını kesen kocalar, kocasını aldatan kadınlar, çocuklarına tecavüz eden babalar, ensest ilişki yaşayan insanlar, çalıp çırpan, büyüğüne saygısı olmayan bir nesil istemiyoruz. Bitmek tükenmek bilmeyen arzularına karşı anasını, babasını, devletini, milletini, kutsiyetini satan bir nesil istemiyoruz. Biz emperyalizmin küresel hegemonya arzusuna boyun eğen, kendi devletine, milletine, kutsiyetine kindar bir nesil yetiştirmek istemiyoruz. Son on yılda nesiller tanınmaz hale geldi. Son altı yılda 17 bin intihar vakıası, yüz binlerce boşanma talebi vs.

Peki şimdi Allah aşkına böyle bir durumla karşı karşıya olan bir devlet, toplumunun, milletinin geleceğini düşünmemeli midir? Vay efendim bunu devlet yapamaz, herkes istediği gibi çocuklarını yetiştirmeli vs. Zaten bunun aksi bir sözde söylenmiyor. İstenilen şu ki: tıpkı geçmişte olduğu gibi vatanına, milletine, değerlerine, örf ve âdetlerine sahip maneviyatla donanmış, milletini, dinini kısaca her şeyini dünya muvazenesinde üst sıralara çıkaran ya da çıkaracak bir nesil yetiştirmektir. Tıpkı Osman Gazi’nin oğlu Orhan Gazi’ye dediği gibi: “ Gayemiz, at kişnetmek, kılıç şakırdatmak, toprak kazanmak, şöhret olmak değil, îla-yı Kelimetullah’tır.” Bu amaçla şöyle söylemek lazım gelir ki kendini Müslüman olarak tanımlayan herkesin bu düşüncelere itiraz etmesi beklenemez. 
Son olarak da şunu söyleyerek yazımı tamamlamak istiyorum. Gayrimüslimlerin de kendini bir dine müntesip hissetmeyenlerinde kendi nesillerini de yine kendi istedikleri tarzda yetiştirmeleri hakkını koruyarak, devlet tarafından en uygun koşulların sağlanması gereklidir. Vesselam…

7 Mart 2012 Çarşamba

DÜŞÜNCE GÜNLÜĞÜM-III: Kızıl Ve Soğuk


Kapıdan dışarıya adımımı atar atmaz bir kar soğuğu yüzüme çarpıp beni bölük pörçük ediyor. Ve sonra kendime gelip hey gidi, kor alevler içinde yanan yüreğim, bir kar soğuğu ile nasılda kendinden geçiyor. Soğuyorum artık, üşüyorum, sokaklar bile beni kabul etmez olmuş veya ben sokakları kabul edemez olmuşum. Kendimi bırakıyorum, kendimi alamıyorum, kendimi satamıyorum. Neler oluyor Allah’ım kendime gelemiyorum.

Bir şeyler yapmalıyım ama ne? Aklım yerinden çıkacakmış gibi. O “beynim yerinden çıkacak” gibi bişey değil miydi? Neyse, saçmalıyorum yine. Azıcık toparlan be çocuk. Sen böyle değildin. Sen hiç böyle olmamıştın. Herhalde bu da bu yaşın bir özelliği olsa gerek. Olmasa da yoksa depresyonda mıyım?

Gözlerim kamaşıyor, ayın on dördü gibi kar beyazına bakınca. Acaba gözlerim altındaki morluklar bu yansımalara engel olamıyor mu? Olamıyormuş demek, doğallık galiba suniliğe burada yenildi. Kapat gözlerini kimseler görmesin, bilmesin neler gördüğünü bir başkası. Bembeyaz kar soğuk, ellerim soğuk, içim yangın yeri, yüreğim katran ve derin. Yalnızlık düşlemiyorum artık, düşüncelerim ısırgan otu gibi zihnimde karıncalanıyor. Kendimi ablukaya almış, düşüncelerim. Düşün, düşün, düşün …

Sanırım bugün biraz hariçten gazel okuyorum. Yorgun düşüyor bedenim. Mecburi ve sabahlara kadar müebbet uyku hapsine bırakıyorum, kendimi. Ne mümkün ki hapiste farksızdır dakika, aydan. Necip Fazıl’a nazire yaptım galiba. Gözlerim, cayır cayır yanan sobamın deliğinden tavana yansıyan ateşin alevle dansına takılıyor. Kızıl ve siyah, ne kadar korkutucu… Sanki sonumu bilmiyormuş gibi. Canım bedenimden ağır ağır çekilmeye başlıyor, göz kapaklarım gücüme karşı koyuyor.  Derin bir uykuya yenilmek istiyorum, yeniliyorum. Yeni bir hayata merhaba demek için…  

4 Mart 2012 Pazar

DÜŞÜNCE GÜNLÜĞÜM-II: Bir Garibim Şu Sıralar...


Yaklaşık bir haftadır güneş ışığı süzülmüyor odamın penceresinden. Karanlık bir dehlizde volta atar gibi oradan oraya dolaşıyorum. Eskiden olsa dışarıya çıkar bir yerlere takılırdım, oyalanırdım. Çoğu kez yağmur, çamur demeden şehrin bilmediğim caddelerinde, sokaklarında dolaşır, kendimi kaybederdim. Şimdi ne oldu da bu kadar içine kapanık, karamsar, duvarlar arkasına sıkışmış buluyorum kendimi. Ben böyle olmamalıydım diyor içimden bir ses. Ama oldu işte be diyorum, oldu. Galiba yaşlanıyorum diye düşünüyorum. Yalnızlığı sever oldum, çünkü.

Ergenlik günlerim çabuk geçti ve ben bunu fark etmedim bile. Şimdi daha az bakıyorum kendime, aynamdan. Baktığım zamanlarda yandan loş bir ışık vurmuş, alnımın terlerinin aktığı kıvrımların karanlığı gözüme çarpıyor, göz sinirlerimden beynime doğru giden uyaranlarda. Memleket meselesi daha bir ilgilendirir oldu, aslan ekmek ağız meselesi hani. Bir hüsnü talil yapıyorum, saçlarıma yıldızlar düşmeye başlamış, farkında bile değilim ya da elimden geldiğince fark etmemeye çalışıyorum.

Artık eskisi gibi kaldırmıyor zihnim, desibeli yüksek marjinal tonajlı parçaları. Türk sanat musikisi dinler oldum, garip bir şekilde. Hani hiçte fena değillermiş. Kanun sesi daha bir sûkun geliyor. Evet, eski kelimelerden de kullanmaya başladım. Hep eski yıllardan bahseder oldum. Hep zamane gençlikten yakınmaya başladım.
Anlayacağın, bir garibim şu sıralar. Kendimden farklıyım...