30 Haziran 2011 Perşembe

fark etmeli

Farkında Olmalı İnsan...

Kendisinin, Hayatın Olayların, Gidişatın Fark...ında Olmalı.

Farkı Fark Etmeli, Fark Ettiğini De Fark Ettirmemeli Bazen...

Bir Damlacık Sudan Nasıl Yaratıldığını

Fark Etmeli..

Anne Karnına Sığarken Dünyaya Neden Sığmadığını

Ve En Sonunda Bir Metre Karelik Yere Nasıl Sığmak Zorunda Kalacağını

Fark Etmeli.

Şu Çok Geniş Görünen Dünyanın, Ahirete Nispetle Anne Karnı Gibi Olduğunu

Fark Etmeli.

Henüz Bebekken 'Dünya Benim!' Dercesine Avuçlarının Sımsıkı Kapalı

Olduğunu, Ölürken De Aynı Avuçların 'Her Şeyi Bırakıp Gidiyorum

İşte!' Dercesine Apaçık Kaldığını

Fark Etmeli.

Ve Kefenin Cebinin Bulunmadığını



Fark Etmeli.

Baskın Yeteneğini

Fark Etmeli Sonra.

Azrailin Her An Sürpriz Yapabileceğini,

Nasıl Yaşarsa Öyle Öleceğini

Fark Etmeli İnsan

Ve Ölmeden Evvel Ölebilmeli.

Hayvanların Yolda Kaldırımda Çöplükte

Ama Kendisinin Güzel Hazırlanmış Mükellef Bir Sofrada Yemek Yediğini

Fark Etmeli.

Eşref-İ Mahlukat (Yaratılmışların En Güzeli) Olduğunu

Fark Etmeli.

Ve Ona Göre Yaşamalı.

Gülün Hemen Dibindeki Dikeni, Dikenin Hemen Yanı Başındaki Gülü

Fark Etmeli.

Evinde 4 Kedi 2 Köpek Beslediği Halde

Çocuk Sahibi Olmaktan Korkmanın Mantıksızlığını

Fark Etmeli.

Eşine 'Seni Çok Seviyorum!' Demenin Mutluluk Yolundaki Müthiş Gücünü

Fark Etmeli.

Dolabında Asılı 25 Gömleğinin Sadece Üçünü Giydiğini, Ama Arka

Sokaktaki Komşusunun O Beğenilmeyen Gömleklere Muhtaç Olduğunu

Fark Etmeli.

Zenginliğin Ve Bereketin, Sofradayken Önünde Biriken Ekmek

Kırıntılarını Yemekte Gizlendiğini

Fark Etmeli.

FARK ETMELİ.

Ömür Dediğin Üç Gündür,

Dün Geldi Geçti Yarın Meçhuldür,

O Halde Ömür Dediğin Bir Gündür,O Da Bugündür.



CAN YÜCEL

24 Haziran 2011 Cuma

MATEMATİK ÜZERİNE



Matematik üzerine çok sık söylenen sözler vardır: Matematik dersinde gördüğümüz formülleri yaşamın hangi alanında kullanacağız? Boşu boşuna formül ezberliyoruz. Diğer derslerle matematik arasındaki ilişkiler yeterince açık değil ki, öğrendiğimiz bilgileri birleştirelim. Matematik çok soyut bir ders, aynı zamanda matematiğin anlaşılması çok zor. Öğrenirken çok zevk alamıyorum. Şu matematiği sevemiyorum. Bana duygusal veya bir şey öğrenme merakı giderildiğinde aldığım zevki vermiyor. Çok monoton geçen bir ders… Bu listeyi uzatmak mümkün.
Geçenlerde internette bir haber ilgimi çekti:  Cem YILMAZ. Evet evet. Bildiğiniz Cem YILMAZ.
Matematik için bakın ne demiş;
Tarih boyunca bilime hiç katkıda bulunmamış bir topluma bir çok icattan yararlanma imkanı verdiği için dünyaya şükran borçluyuz. Adamlar telefonu buldu, biz de bari en azından jetonu bulsaydık. Bizim orta öğretimimizde akılda kalan cümle şudur "Yahu bu matematiğin günlük hayatımızda bize ne faydası olacak?" Hemen herkes matematikten nefret eder ve faydasız bir şey olduğunu düşünürler. E bir toplum ya dayak yememiş ya da hesap bilmiyor durumundaysa batar tabii. Matematik insanoğlunun bulduğu en yararlı derstir. Matematikten anlamamak bir kusurdur. Ama bununla övünmek eşekliktir. Çünkü bu başarısız öğrenciler arasında yaygındır. Onlar akılları sıra matematikten anlayanı ve başarılı notlar alanı marjinal yapmak isterler. Yani onlara göre matematikten kalmak değil ondan geçmek tuhaftır. Çalışkan öğrenciye inek derler ama tembel ve sorumsuz öğrenciye takılmış herhangi bir hayvan ismi yoktur. Matematikten hoşlanmayan öğrenciler sonraki hayatlarında genellikle tercihlerini hep yanlış yapan insanlar olurlar...
Ne güzel söylemiş Cem YILMAZ! Komedyen olduğu için sakın ciddiye almazlık etmeyin bu sözleri. Unutmayın ki komedyenler günlük yaşam içerisinde ilgimizi fazla çekmeyen konuları ön plana çıkararak kendilerine malzeme bulurlar.
T.Pappas'ın "Yaşayan Matematik" isimli kitabının önsözünde şunlar yazılıdır: "Matematikten duyulan zevk bir şeyi ilk kez keşfetme deneyimine benzer. Çocuksu bir hayranlık ve şaşkınlık insanı sarar. Bu deneyimi bir kez yaşadıktan sonra, bu duyguyu unutamazsınız. Bu duygu, ilk kez mikroskoba bakıp da daha önce çevrenizde her zaman var olan ama göremediğiniz şeyleri gördüğünüz anki kadar heyecan vericidir."
Gerçekten de matematiğin estetik çekiciliğine tamamen duyarsız, aydın bir insan bulmak biraz zordur. Matematiksel güzelliği tanımlamak çok güç olabilir fakat bu güçlük her tür güzellik konusunda geçerlidir. Sadece düşüncede var olan olayların nerelerde uygulama alanı bulabileceği hiçbir zaman önceden tahmin edilemez. Bu nedenledir ki matematikçiler, yapılan çalışmaları estetik yönden değerlendirmekte, eserlerde bir sanatçı titizliği ile güzellik ve zarafet aramaktadırlar.
İnsanlık tarihinde iyi olan hiçbir şeyin yaz mevsiminde gerçekleşmemiş olması tesadüf değil galiba. Nemden beyin mi şişiyor, kan sıcakta su mu kaynatıyor, bir şey oluyor muhakkak. Akıl, huysuz bir bebek gibi gezdirilmek istiyor. Üstelik gidip en acayip şeylere takılıyor...
Matematik gibi...
Basit bir sonsuzluk problemidir. Uzayda sonsuz sayıda odası olan bir otel hayal edin. Ve diyelim ki, sonsuz sayıda turist otele gelmiş olsun. Fakat tam herkes odalara yerleşmişken, birden ortaya gecikmiş bir turist çıkıyor. Buyurun bakalım! Bütün odalar dolu. Şimdi ne yapacaksınız? Adamı nerede yatıracaksınız?
Eğer bütün misafirleri bir sonraki odaya kaydırırsanız (1 no lu odadakini 2 no lu odaya, 2 dekini 3 e vs), geç kalan turisti, boşalan 1 numaralı odaya yerleştirirsiniz. Çünkü sonsuzun sonu yoktur; ama başı vardır!
İşte matematik budur! Daha neyin şikâyetini yapıyorsunuz? O zaman keşfetme duygusunu yaşamak için haydi matematiğe…

BEKLEMEK

Hüzün buğulu penceremi açtım,
Gelmeyeceğini bile bile
Beklesem uzak yollardan gelmeni,
Alır götürür ufuk, siyah ve ayaz,
Gözlerim heyula bir gölge,
Beklemek, ne senle ne sensiz
Ilık bir nefes gibi çektim içime sensizliği
Dilim, alıştım dese de alışamadım hâlâ.
Zehir zemberek düşüncelerim gelir aklıma,
Sabahı zor,  katli vacip gecelerde
Avenesi, karabulutlar kaplı gökyüzü


Sanki ağızbirliği etmiş
şman kesilmiş, zaman ve mekân
Nolur, sınırlar çizmeyin haritalar
Sınırlardan da öte sınırsızlık var.
Dram ve gözyaşı yüklü tiyatro günlüklerim
Siz söyleyin, değişsin bu senaryo
Münzevi bir yaşam değil istediğim
İstediğim yalnız ama yalnız O.

21 Haziran 2011 Salı

İSTANBUL-I : Buhran

Yıllar önce yazmış olduğum bir şiirim, İstanbul'un ve İstanbul'da yaşayan insanların halini ne kadar da güzel anlatıyor. Buyrun bakalım:

                                  
 Bir kanlı el sürünürse pencerene,
Bırakırsa geçmişin kızıl izini,
Ve bakarsa köhneleşmiş gözlerine,
Bir bebeğin avucunda bulur kendini.


Zaman hiç bu kadar olmamıştı yıkıcı,
Bendesi eyledi bunca yığın insanı,
Beşaretini aldı, yüzler hep sıkıcı,
Çekilmez oldu, dönse de artık devranı.
 

Sokaklarda, caddelerde koyuluğun levni,
Kaçmak ister kaçamaz bu azaptan,
Yüzlerde tenperverlerin sahte maskesi,
Arzu etse de kurtulamaz bu ıstıraptan.

Kalmadı defterlerde tek bir yaprak,
Karanlığa boyandı tüm beyazlar,
Koşsa da bataklığa saplanmış kısrak,
Dibe vurmuşları çıkaramaz niyazlar.

Labirentlere takılmış ararlar bir yol,
Bilmezler, sürüklenirler kıvrım kıvrım girdaba,
Düşmüşler kesafete, yok mu imdat edecek kol,
Çöller içinde oysa dalmışlar seraba.

Kıyamet yakın, sineler buhranlı,
Zihinler bulanık, örümcek ağı kaplı,
Bir canavar gibi ağızda çiğ et, gözler kanlı,
Diller uzun, kulaklar sağır, ayaklar prangalı. 


11 Haziran 2011 Cumartesi

İHTİYAR GENÇLİĞİM

Bazen diyorum ve içimden geçiriyorum kendi kendime, her gece vakti yatağa yattığımda. Elimi göğsümün sol tarafına koyuyorum bilip bilmeden. Bir şeyler ahenkli bir şekilde kımıldayıp duruyor. Oysa yaşamımın bu kıpırtıya ait olduğu aklıma geliyor. Sadece bir et parçası ve canlılığını nereden aldığını bilmeyen bir ahenkler dizisi. Her terimi ayrı bir harmoni. Sanki hiç durmayacakmış gibi atıp duruyor kanı, vücudun en uç noktalarına. Hâlbuki bu işleyiş her an durabilir. Ve bu duraksama bizi nerede yakalar bilemeyiz. İşte insanın hiç ölmeyeceğini zannetmesi bundan değil midir? Belki görevimizin başında belki de en sevdiklerimizle beraberken ya da gözlerimizi sabahleyin açmak için kapattığımız uykumuzda. Kim bilebilir ki bir saniye sonramızı dahi tahmin edemediğimiz bir hayatta akıbetimizin nerede olacağını? Ne kadar vurdumduymaz ve hoyratça yaşıyoruz. Körü körüne amaçsız ve düşüncesiz.
Klişeleşmiş bir söz ama sessiz bir çığlık atıyorum. Uykumu kaçırıyor düşüncelerim. Ne belli ki belki bu benim son gecem. Pamuk ipliğine bağlı bir yaşam.
Günün bütün yorgunluğu ekleniyor bunca şeyin üzerine. Başlıyorum kendimi hesaba çekmeye. Bugün ne yaptım ki? Gözlerimi açtım, kalktım, konuştum, yedim, içtim ve en son uyuyorum bu kadar bir gün. Hesap, bu kesret mekânda yaptığın her şeyin son işlemi. Toplanacak, çarpılacak, bölünecek, çıkarılacak ve ennihayetinde bir sonuç: birazcık ama birazcık daha yok muydu denilecek belki.
Bırak kibri, riyayı, hasedi, kini… Niye yaşıyoruz ki?
Bu genç yaşımda üç gün sadece üç gün bir ihtiyar gibi yaşamak istiyorum. Onlar gibi kuvvetim olmasın diyorum, dizlerimde ağrılarım olsun, çıkamayayım merdivenleri. Görmesin gözlerim, duymasın kulaklarım, uzanmasın ellerim, uzanmasın ki anlayayım Yaradan’ın verdiği bu en büyük nimetlerin kıymetini. Anlayayım ayaklarımın, gözlerimin, kulaklarımın, ellerimin vs. kıymetini. Sanki on yıllarca yaşamış gibi iki büklüm şu ihtiyar gençliğimde…
 Fikirsizce, anlamsızca, hoyratça bitirmeyeyim anlaşılması zor bu ömrü. 

10 Haziran 2011 Cuma

MİLİTARİST DÜŞÜNCELER

Gözlerim kapanıyor yorgun, ağır bir günün ardından kale misali kule siperlerinde. Ve sonra kayıp bir neferin kapanmış gözlerinde buluyorum kendimi. Saklı nöbet kulübemin menzilinden uzaklaştıkça nazarlarım, kayboluyorum soğuk kış gecelerinde. Sivil kıyafetli düşüncelerim, militarist ruhlu hayatımın süslü hülyaları. Heyula bir dokunuş, devriyenin kirli, pasaklı elleri, dur kimdir o, donmuş dudaklarımdan çıkar aniden. Tenor karşılığı(işaretli) demokrat sözler karşılar dudaklarım.
           Buzdan yapılmış demir silahlar, düşman karanlıkların sinesine gömülür her kıpırdanışta. Kat kat parkeler değiyor soğuktan büzülmüş tenime. İçime işliyor, uyuşuyor bâkir zihinlerim. Tokluğa hasret petek petek kıvrımlarımda süzülüyor özgürlüğün ılık nefhası. Bitsin diyorum artık ama bitmiyor lakin hâlâ yolun yarısındayız. Haritalar çıkıyor, zikzaklar çizmiş yollar, içinde.
           Tatlı uykulardan uyanmak gecenin ikisinde artık ölüm getiriyor usul usul bedenime. Çelik yelekli yürekler daraltıyor korkularımı. Sanki kurşun yemiş sırtlan kümesi koşuyor zifiri karanlıklara (labirentlere). Kilitleri kırarak parmaklıklar arkasındaki RDM ‘lik bir sima karşılıyor somutlaşmış cesaretimi.
Manga manga komutlar yükselir yıldız yüklü hilâl gölgesinde. Suratlar asık, sinirler gergin, ağızdan çıkacak bir çift kelimeye muhtaç(bağlı) çile. Saf saf dizilmiş toprak renkli gölgeler, soğuk bir çatı altında üşüyen yüzlü korkular, karanlık şafakların ışıkla boğulmasını beklemekteler. Tertip tertip hâki gövdeler kalkar dimdik telâkki misali emirlere.
           Uykusuz geceler bekler, yorgun sabahları, kimsesiz nöbet saatlerinde. Bahaneler üretir zihinler kaçmak istercesine, çare yerine. Sabır taşı olur her bir nefer, anlamsız isteklere karşı. Mecburiyet kahreder yüreği, isteksiz ve isteksiz. Sonlara yaklaştıkça sıkıştırır, daraltır yürekleri, kaldıramaz artık ağır kelime yüklü dilekleri.
           Şafak şafak, gün gün, saat saat, saniye saniye hesaplar durur, bitirilmiş (geçmiş) zamanları (anıları). Ardından gelen heyecan ve sevinç yerini bırakır ümitsiz hayallere, korku kaplı göğüsler içinde. Kısa devreler, uzun dönemler, poşet poşet, torba torba botlar çiğner zamanın en dirisini. Çiğner ki bitirir her demini. Gelse de sivil kalıplı beklentilerim, nizamiye çevreli duraklarım almaz ki içeri.
Çarşılar ödüllendirilir şeker görünümlü, asker çocuklara bal sürülür gibi dudaklara. Ve ancak bir şey tatlandırır umuttan yoksun bu sabahları; o da karanlık bir gecenin peşinden gelen ışık.