28 Aralık 2011 Çarşamba

AŞK AYETLERİ



Aşk ayetleri… Tabiri caizse İslamî içerikli romantik bir film… Bir Endonezya filmi… Fakat ihtiva ettiği konu ve izlediği yol itibariyle evrenselleşmiş bir film. Film zahirinde İslam’da evlilik konusunu işlemiş lakin görünürde olmayan ama izleyenlerin fark edeceği şekilde İslam’ın kadına verdiği önemden bahsetmiştir. Bunun yanı sıra İslam’ın akidelerinin ve şeriatının aslında yaşadığımız dünyada uygulanabilirliğinden bahsetmektedir. Bu anlamda özellikle dinimizin kurallarının birer ütopya olduğunu bunun yanı sıra bu devirde uygulanamayacağını iddia edenlere, düşünenlere ve söyleyenlere karşı birer cevap niteliğinde, bir film. Sizlere bu yazımda filmden kısaca bahsedip,  filmin içeriğindeki bir o kadar çok olan mesajlar üzerinde yoğunlaşmak istiyorum.
Film, Endonezyalı bir gencin dünyaca ünlü Mısır’daki El Ezher Üniversitesinde okurken başından geçen evlilik ve bu evlilik üzerinden yaşadığı olaylardan bahsediyor. Fahri adındaki bu genç, o kadar saf,  temiz, yardımsever ve dürüst ki hiç kimse hakkında suizan beslemeyen, İslam’ı ailesinden aldığı terbiyeyle hayatına uygulamaya çalışan birisi. Bu nedenle çevresindeki karşı cinslerin ilgisini çekmektedir.  Bunlardan birisi; komşusu Hıristiyan genç bir kız Maria, diğeri okuldan arkadaşı ve hocasının yeğeni Nurul ve üvey babası tarafından dövülen Noura… Üvey babasının Noura’ya zulmünü gören Fahri, Maria’dan rica ederek onu evinde en azından sabaha kadar misafir etmesini ister. Bu iyi niyetliliği ve yardımseverliği, Fahri’yi ummadığı bir şekilde darağacına götürecektir. Ve Hz Yusuf gibi Allah’a güvenip dayanmak ona da yetecektir. 
Ailesinin evlilik baskısı ve devamlı gelen mektuplara karşı bir ruh arkadaşını bulup evlenir Fahri. Bu evlilik tabiî ki bağlısı olduğu Hocasının telkinleriyle kendisine layık görülen zengin bir kız olan Ayşe ile olur. Fahri’nin evlendiğini duyan Maria, Nurul ve diğerleri Fahri ile diyaloglarını keserler fakat aşkları o kadar büyüktür ki bir türlü bastıramazlar.
Bir gece evine doğru giden Maria, araba kazasıyla komaya girer. Aslında kaza kasten yapılmıştır. Bu arada Fahri Noura’ya tecavüz gerekçesiyle tutuklanır ve idamla yargılanır. Evet,  o gecede olan olaylar dolayısıyladır bu. Ve o gecenin bir tek şahidi vardır, o da Maria’dır. Onu da araba kazasıyla işini bitirmeye çalışmışlardır ve o şuan komadadır. Maria bir türlü komadan çıkamaz. Onu, yalnızca Fahri bu durumundan kurtarmaya vesile olacaktır. Karısı Ayşe’nin müsaadesiyle Fahri’nin itirazlarına rağmen, Maria komadayken evlenirler. Aşkının gücüyle Maria komadan kurtulur. Nihayetinde Maria’nın şahitliği ile Fahri bu iftiradan aklanır. Fahri, Maria ve karısı Ayşe ile yaşamaya başlamıştır. Fahri’yi zorlu bir süreç beklemektedir. Aslında poligaminin ne kadar zor olduğunu bu durumda anlayacaktır. Nihayetinde biraz hüzünlü biraz da içimizi rahatlatan bir durumla bitmiştir, film.
Filmde verilen en büyük mesaj,  çok evliliğin eşler arasında adaleti koruduğun müddetçe erkeklere dinimizce müsaade edilmiş olmasıdır. Fakat bunun, adaleti sağlama olayının, ne kadar zor olduğu çok net bir şekilde görülmüştür.
Evlilik, dini mükemmelleştirmenin yanında insanı fitneden korur ve ayrıca ruhanî bir sakinlik verir. Evet, bu manada artık yeterli olgunluğa eriştiğimize inandığımız zaman bir ruh arkadaşımızla hayatımızı birleştirmek bizi fitneden korur ve gözlerimizi, kulaklarımızı, ellerimizi vs haramdan korumuş oluruz. Evlilik insan hayatını bir düzene sokacağı gibi insanın ruhunda esen fırtınaları da dindirir, sükûnete erdirir.
İslam, flört etmeyi onaylamaz. Flört, özellikle günümüzde o kadar çok yaygın ki flört etmemek,  karşı cins bir arkadaşının olmaması abes kaçmaktadır. Oysa flört, zinanın en büyük sebebidir. Bu durum küçümsenmemelidir. Ama maalesef nefsimize o kadar tatlı geliyor ki bu hal. Çok acı… Peki bunun çaresi nedir? Cevabı filmin içerisindeki taarüf kelimesinde gizlidir.  Taarüf, evlenmek isteyen erkeğin bir şahit huzurunda evleneceği kişiyi görmesi ve tanımasıdır. Bunun en büyük nedeni, kişiyi fitneden, iftiradan korumaktır. Şunu unutmamak gerekir ki İslam, aşka karşı değil, aşkın ahlaksızca yaşanmasına karşıdır.
Eşlerde aranacak en önemli şey güzel ahlaktır. Peygamber Efendimizin(sav), tavsiyelerinde eş seçimi yapılırken en önemli ölçüt; dindarlık ve güzel ahlaktır. Güzel ahlaka sahip bir eş,  insanı Cennet’e götürür.
Evlilik sadakat eylemidir. Evlilik akdini yaparken eşler birbirlerine her hal ve şartta sadık olacaktır. Bu sadakat devam ettiği müddetçe kişi evliliğinden haz alır. Gözleri dışarıyı aramaz. Bu durumun doğal sonucu ise eşler birbirlerine her konuda güven duymak zorundadırlar.
Filmi izlemenizi şiddetle tavsiye ediyorum. Vesselam…


3 Aralık 2011 Cumartesi

DÜŞÜNCE GÜNLÜĞÜM-I: Fikirlerim Ve Şiirim

Bugün eski kitaplarımın arasında bir şeyler ararken lise yıllarında yazılarımı ve şiirlerimi yazdığım ajandam karşıma çıktı. Elime alır almaz gözümün önüne hemen o yıllar geldi. Uzun zaman olmuştu bu ajandamı elime almayalı. Derken açıp içindekileri okumaya başladım. Ne kadar da farklı geliyordu yazılarım ve şiirlerim. Hele şiirlerim, ne kadar da sığ ve konu yoksunu. Doğa, çiçek, böcek…
 Bak geldi bahar nefesi,
Nerdesin ey kır çiçeği,
Sal etrafa o eşsiz kokunu,
Bilmem hangi rüzgâr koklayacak onu. (Kır Çiçeğim)
Diyordum ki, ilerleyen sayfalarda fikirler yavaş yavaş derinleşmeye başlıyor. Artık çiçekler, böcekler yerini maneviyatı temsil eden kavramlarla tebdil etmiş. Fakat yine de onlardan az da olsa bahsetmeye devam etmişim. Hani hiçte fena olmamışlar dedim:
Ben senim, sen O’sun,
Beni sana götüren o meçhul yolsun,
Nafile! Götürse yine yoksun,
Bilmem ki sen artık belki bir sonsun. (Ben, Sen ve O)
Sonra kendi kendime düşündüm de insanoğlunun zaman geçtikçe madden bedeninde, manen de zihin yapısında ne kadar çok değişiklik oluyor. Bu düşünceyle bir de üniversite yıllarında yazmış olduğum şiirlerime ve yazılarıma bakayım dedim ve onları yazdığım defterimi de aramaya koyuldum. Uzun bir süre aradım ve nihayetinde buldum.
Okumaya başladım. Artık yavaş yavaş düşüncelerde kökleşmeler başlamış. Bunu çok rahatlıkla sezebiliyorsunuz.
Ve Ölüm!
Sana ihanet etmiş bir hasta,
Sonu sen olan damgalanmış bir yafta,
Gafletten kararmamış, tertemiz bir sayfa,
Seni idrak eden bir dostta,
               Ben olaydım, ben olsaydım.  (Hasbihal)
Bu şiirimi üniversitede ilk yılımda yazdığımı hatırlıyorum. Neye binaen yazdığım, bırakın bende bir sır olarak kalsın. Biraz da sonraki yıllarda neler yazdığıma bakalım. Artık konular değişmeye başlamış gibi duruyordu:
Her bakışı paslı bir ok gibi,
Kanatır, saplanır bu nalân kalbe,
Yakar toz duman eder kül gibi,
Ağlatır,  çocuk gibi bu ağır darbe. (Acı)
Artık aşk yılları başlamıştı. Sevgili için, yâr için yazmak vardı. Hafiften yolumu değiştirmiş gibi bir hâl içindeyim belli ki. Ama olsun bunlarla daha güzel ve yaşanılır oluyor hayat:
Ey Yâr!
Görmezsem bir an didarını,
Beklerim feleğin seni izharını,
Bulamazsam sana ait şiarını,
İçime bir elem düşer, kendimden geçerim. (Ey Yâr!)
Hep böyle kalacak değiliz ki aldık mı şamarımızı kendimize gelmişiz sonraki evrelerimizde. Gerçek Sevgilinin hasretiyle yanmaya başlamışız:
Ya Rab! Yandım durmadan odlara,
Şu mücrim kula şefkatin ne ola,
Bu nirân, Allah’ım çevirdi beni kora,
Her nere değsem, Yandı Ya Rasûlallah! (Efendim’e)
Üniversite yıllarının sonuna doğru başkaları için yaşamaya başlamışım. Kendimden geçmişim. Sessiz kalmak istemiyorum adaletsizliğe, kanunsuzluğa. Dünya’ya, düzene daha doğrusu düzensizliğe isyan ediyorum:
Çığlıklara karışıyor sesim işitmek zor
Duyan yok, anlayan yok, bilen yok
Kimse mi kalmadı tutacak, elde bir kor
Matemidir son demin, isyan çok
Çığlıklara karışıyor nidâm duyan yok (Yakarış)
Bir diğer sayfada, Irak ve Filistin’e ithafen yazdığım şiirim gözüme çarpıyor:
İnsan değil bunlar, hayvanlardan daha hayvan,
Dünyayı hevesleri uğruna ettiler kan revan.
Tarih tekerrür etti, zihniyet hep aynı,
Yalnız bir istisna, bunlar haçlılardan da haçlı. (Ey Zâlim!)
Başka bir şiirde ise daha umut doluyum,
Korku dolu kalplere bir inşirah
Geldik taşlaşmış sineleri eritmek için
Gecelere boğulmuş düşlere bir sabah
Bunca fedakârlık bilmez misin niçin?(Boş ver)
Ve şimdiki zaman… Biraz oradan biraz buradan almış, biraz topal, birazcık düzgün yol almaya devam ediyorum. Ümitvârım, geleceğime dönük. Yaşam doluyum, hayatıma yön vermek için. Kafatasıma kazınmış tabularımı yıkmaya çalışıyorum. Daha özgürlükçüyüm. Daha bir farklı bakıyorum. Daha çok düşünceliyim. Daha çok temkinliyim, aşmışım kendimi:
Buraklar götürsün, her vakitte miracına
Susamış dudaklarıma imdat kalırsa naçiz
Dök benliğini, çal yerden yere, elzem değil tacına
İremler, Firdevsler bizi bekler Ey Suskun Deniz! (Suskun Deniz)
Bir diğerinde, yaşamım yetmiyor artık kendime. Bir şeyler arıyorum, bekliyorum. Kendi kabuğuma çekilmiş, kendimi dinliyorum, kendimle uğraşıyorum.
Hüzün buğulu penceremi açtım,
Gelmeyeceğini bile bile
Beklesem uzak yollardan gelmeni,
Alır götürür ufuk, siyah ve ayaz,
Gözlerim heyula bir gölge,
Beklemek, ne senle ne sensiz… (Beklemek)
Vesselam…

1 Aralık 2011 Perşembe

GERÇEKLEŞMESE DE HAYALLERİM VAR BENİM

Düşünüyorum da bunca yıllık yaşamımı. Sanki hiçbir şey yaşamamışım gibi geliyor. Zihnimde geçmişe dair birkaç yaşanmışlık dışında hiçbir şey kalmamış. Derken şöyle  titrek gözlerle arkama dönüp bakıyorum.  Allah’ım! Ne kadar da çok şey yaşamışım öyle? İnsan nasıl arkaya, dönüp bakar ki diye düşünebilirsiniz. Kimi zaman eskilerden bir arkadaşınız, bir dostunuzla karşılaşırsınız ve başlarsınız konuşmaya. Of! Ne kadar çok şey yaşamışız dersiniz. Kimi zaman eskiye dair fotoğraflar, eşyalar, yazılar, simgeler görürsünüzde hiçbir şey olmadığını zannettiğiniz zihninizde neler neler canlanır. Ne kadar da çok şey yaşamışım dersiniz.
Tüm yaşanmışlıklar içinde hayallerim geliyor aklıma, çocukluğumdan şimdiye dek.  Ne kadar da çok hayaller kurmuşum. Çocukluğumun hayalleri geliyor aklıma. Ah bir Bıdık Ali kitabım olsa derdim ve hayal kurardım. Resimler çizsem, kar yağdığında bir kızağım olsa da yüksek yüksek tepelerden kaysam derdim. Çok param olsa çokça çikolatalar, bisküviler alsam derdim. Çamurdan evler, arabalar yapardık, ah bunların bir oyuncakları olsa derdim. Bir futbol topum olsa da akşama kadar oynasam derdim. Derken bırakıvermiştim çocukça hayallerimi. Hep bir önceki dönem çocukça geliyor zaten insana. Oysa çocukça dediğim o dönemde çocukça geliyor şimdi bana.
Masum, günahsız, zararsız hayallerim vardı benim.  Alır beni, başka âlemlere götürürdü. Olsun be, gerçekleşmese de yaşamayı sevdiren hayallerdi onlar. O zaman küçüktüm, zamanla büyüdüm. Zaman o hayallerimi de değiştirdi, kendi gibi. Hayallerimde büyüdü.
Bir kervan gibi zihin dünyamdaki çöllerden ağır ağır yol alıp ufukta gözlerden kayboldu, hayallerim. Geride yalnız kanla un ufak olmuş, izler kaldı. Onlarında çöl rüzgârlarıyla, hayat fırtınalarıyla üzeri örtüldü, örtülmeye devam etmekte.
Membaından ayrılan su gibi akıp gitmekte zaman. Ve hayallerim her geçen zamanla kalıp değiştirmekte. Hayal kuruyorum şimdi. Zamana, mekâna, kendime, bedenime, insanlara inat hayal kuruyorum. Çünkü hayallerim oldukça zevk alıyorum hayattan ve yaşamaktan. Çünkü hayal kurdukça yaşıyorum. Gerçekleşmese de hayallerim var benim.

25 Kasım 2011 Cuma

AYRILIK BEKLEYİŞTİR

“Ayrılık, başka vuslatların başlangıcıdır.” diye başlıyor sözlerine. Ve sonra şöyle derinden bir soluk alıyor, içinde bulunduğu meclisin havasından. Belli ki geçmişinden hatırladığı, hâlâ içinden silemediği derin, ağır ayrılıkları olmuş. Devam ediyor ”Çok ağır oluyor, o gidişler, o bırakışlar. Bir daha göremeyeceğini düşündüğünde kahroluyor insan. Bunca yaşanmışlıkların hiç mi bir değeri yoktu.” diyor. Sanki bir yerlere bakıyormuş gibi gözlerini kısarak, İnce bir nağme gibi sızlanmaya başlar yüreğin. Çığlık atarsın fakat kimse yardımına koşmaz, sabırdan başka çaren yoktur. İşte o anda başka visalleri beklemeye koyulursun. Ayrılık öyle bir şey ki; yüreğinize saplanan hançerin acıttığı gibi acıtır yüreğini, hun eder. Çıkarmaya çalışsan bedeninden, zihninden, çıkaramazsın eşeledikçe acıtır, kanatır. Yoktur kalbini uyuşturacak bir morfin, yoktur aklını başından alacak bir şey. Çaresizsindir. Titretir tüm vücudunu. Ayrılık, acıdır lakin tekrar buluşamayacağını bilmek daha da acıdır.”
Kendinden geçmişti sanki tüm bunları anlatırken: “Bir dönüm noktasıdır aslında ayrılık. Aklınıza gelir o vakte kadar yaşadığınız her şey. Aklınıza gelir, o vakitten sonra yaşamayacağınız her şey. Düğümlenir tüm sözler boğazınızda. Birkaç kelam etmeye çalışğınız an, dökülmeye başlar inci inci, yanaklarınızdan acılarınız. Yüreğinizdeki acılar, ağladıkça tükenir gibi olur fakat bitmek bilmeyen bir çeşme gibi akmaya devam eder.”  
Tüm yaşanmışğıyla konuşturuyordu ayrılığı, tüm gerçekleriyle, tüm ağırlığıyla: “Ayrılık, bekleyiştir, sızlayıştır. Ayrılık, çaresizliktir, direnmedir acılara. Soğuk, korkunç kara toprağa canlı canlı girmektir, ayrılık. Bir kor gibidir, zaman geçtikçe küller üzerini örtmeye başlayacaktır fakat o içten içe yanmaya devam edecektir. Ne zaman birileri gelip üflese nefesiyle o vakit tekrar yanmaya başlayacaktır.”
Başını öne eğdi, elleri titriyordu, ellerini bağladı ve çenesine götürdü, en nihayetinde birazcık ümitvâr biraz çaresiz konuştu: “ Muhakkak ki hepimizin bildiği ama bir türlü kendimizi hazırlamadığımız bir sondur, ayrılık. Şurasını unutmayalım ki dünyadaki ayrılıklar zaman var oldukça hep bir sonla sonuçlanacaktır. Fakat ukbâdaki, sonsuzluğun adı olacaktır. Allah’ın Cemal’ini görebilmek için adı ölüm olan ayrılıkla ayrılıyoruz dünyadan. İşte o zaman Cemalûllah’ı görememek ayrılıkların en acısı olacaktır.” dedi ve sessiz sessiz, içten ağlamaya başladı. Dayanamadık, meclisteki herkes ortamın verdiği hüzün sağanağından nasibini almıştı. Ne kadar içten, hisli ve samimi. İçinde bulunduğumuz, birkaç loş ışığın aydınlattığı ve hepimizin aydınlık zannettiği gecelerden ayrıldıktan sonra berrak, pırıl pırıl vuslat günlerine merhaba diyebilmenin ümidiyle ayrılıyorum yazımdan. Vesselam…


16 Kasım 2011 Çarşamba


EFENDİM’E                                                                                                                      


Çalıştım anlamaya Seni ama nafile,
Dediler; çoktan geldi geçti o kafile,
Yetişemedim, ne yapayım şimdi bu dert ile
Dert mi ne dedin, Aşk Ya Rasûlallah!

Visalinle her leyl eder Seni tahayyül,
Ne dem düşünsem, olur kalp Sana temayül,
Bilmem bu firâka, nasıl etsem tahammül,
Nedir bunun ilacı, Sabır mı Ya Rasûlallah!
 
Can dedim, Cânan dedim hep Sana,
Ne olur aşkından biraz ver bana,
Derde bir çare aşkın, her dem cana,
Gözyaşım dindirsin, Cemâl’in Ya Rasûlallah!

Ya Rab! Yandım durmadan odlara,
Şu mücrim kula şefkatin ne ola,
Bu nirân, Allah’ım çevirdi beni kora,
Her nere değsem, Yandı Ya Rasûlallah!

Aşkının acısını çekmeyen bilmez halimi,
Öyle ki gözlerimi kör, lâl etti dilimi,
Hasretinin hicranı kırdı, bu zayıf belimi,
Seni arayan bu kıtmîri, Bekletme Ya Rasûlallah!

2006

30 Ekim 2011 Pazar

AH! BU BEN...

Bir zemheri mevsiminde bin bir zorlukla açmışım gözlerimi dünyaya. Doğduğum mevsimin sert yapısı simama yansımış sanki. İlk defa gören birisi genelde çekinir yaklaşmaktan ve konuşmaktan. Görünüşüm esrarengizdir fakat sözlerim buna zıt. Kinayeli konuşmayı ve iğnelemeyi severim. Eleştiririm. Öğrenmeyi, öğretmeyi ve yol göstermeyi severim. Planlı, programlı yani sistematik çalışırım. Aşırı dikkatli değilimdir. Motivasyona ihtiyacım yoktur, şartlar gerektirdiğinde bunu kendim halledebilirim. Ağır işleri sevmem.
Bilgi ve kültüre önem veririm. Spor yapmayı ve seyahat etmeyi severim. Sporuma karışılmamasını isterim. Edebiyat ve sanata karşı özel ilgim var. Estetiğe ve dekorasyona önem veririm. Duygulu, hisli slov müzikleri dinlemekten hoşlanırım. Temizlik, tertip, düzen benim için önemlidir. Yemek yapmayı, yemeyi severim. Yemeği genelde ağır ağır, tadını çıkararak yerim. En çok yapmaktan hoşlandığım şeyler, ikindi vakti gün kızıllığa çalarken ılık ılık esen rüzgâra karşı evimin balkonunda çayımı yudumlayıp kitabımı okumak ya da efil efil esen saba yeli,  altında uzandığım ağacın yapraklarını hışırdatırken gözlerimi kapatıp hayallerime dalmaktır. Anlayacağınız rahatıma ve özgürlüğüme düşkünüm.
Duyarlı ve derin hislerim vardır. Değişkenimdir. Somuttan ziyade soyut şeylere, değerlere önem veririm. Fakat bazen iç güzellikten çok fiziksel güzelliğe önem verdiğim anlar olabiliyor. Dürüstümdür, yalancılık ve yapmacık tavırlardan hoşlanmam. Bunları yapmak istesem yapamam hemen yüzüm kızarır, fark edilirim. Anlayışlı olduğumu düşünüyorum. Hayal kurmayı seviyorum. Adil davranmaya, güvenilir olmaya çalışırım. Çok inatçı değilimdir, hayallerimin peşinden gidebiliyorum bazen. Kesin olmayan, belirsiz işler karşısında çılgına dönerim, sıfıra bölmeden çıkan belirsizlik gibi. Kin tutamam, intikamcı değilimdir. Hataları affedebilirim, maalesef. Hatalarımdan ders çıkarmaya çalışırım lakin hatalarımın yüzüme söylenmesini istemem. Hatamı kendim görmek ve kabullenmek isterim. Boş veremem, takarım kafama. Aydınlığı severim, öyle ki geceleri tüm ışıkları açıp yeryüzünün aydınlık olmasını isterim.
Arkadaşlarıma ve arkadaşlığa önem veririm. İnsanların zayıf yönlerini ve zaaflarını görmezlikten gelirim, ortaya çıkarmam. Çünkü kendim içinde böyle olmasını isterim, doğru veya yanlış. Nezakete önem veririm. Sürprizleri severim. Hislerimi kendime saklayamam. Açık sözlü olmak isterim her daim. Art niyet taşıyanları sevemem.
Sorumluluk alabilirim. Toplumun karşısına çıkmaktan çekinmem, bundan zevk duyarım. Kendime güvenim vardır.(Yeri gelmişken tiyatro ilgi alanlarımdandır.) Başkalarının hakkımda ne düşündükleriyle çok fazla ilgilenmem, işime bakarım. Karşılaştığım olumsuz, rezil bir durum karşısında ben böyle bir durumda seyirci olsam ne yapardım ne düşünürdüm düşüncesine girerim. Bunun yanı sıra çevremden çabuk etkilenirim. Alınganlığım vardır. Çabuk kırılır, çabuk toparlanırım. Kolay sinirlenir, kolay sakinleşirim. Saman alevi gibi parlar, sönerim. Maalesef bu huyumu hiç sevmiyorum. Duygularım ve mantığım at başı gider, bir iş karşısında. İradem kısmen güçlüdür. Sabırlıyımdır ama çok azimli değilimdir, eğer ki sabır ve azim aynı şey değilse.
Şakalaşmayı severim. Sosyal yönüm ağır basar. Fakat genelde kalabalıklar içinde yalnızlığı yaşarım, yapım gereği. İlk defa karşılaştığım birine kolay ısınamam. İlk hareketi ondan beklerim. Bu konuda girişken değilimdir, istisnalar dışında. Resmiyeti sevmem, her olay karşısında samimi davranmaya çalışırım. Korkum, cesaretsizliğimden değil, çevremdeki insanları kırmak istemeyişimdendir.
İlişkilerimde seçici davranırım. Kriterlerim vardır. Romantiğimdir ama aşkımı ifade etmekte zorlanırım. İnsanları nasıl mutlu edeceğimi bazen bilemiyorum. Sevildiğimi hissetmek, aidiyet ve sahiplik duygusu yaşamak isterim. Kolay kıskanır mıyım bilemiyorum? Herhalde evcil ve sadık bir eş olurum fakat çok uzun süre evde de oturamam. Çocuklar karşısında yelkenleri suya indiririm. Küçük çocuklarla ilgilenmeyi severim.
Maneviyata önem veren birisiyimdir. Din,  benim vazgeçilmezlerimdendir. İbadetlerime karışılmasını istemem. İbadetlerimi tek başıma yapmayı severim ve bundan daha fazla huzur ve zevk duyarım.
Uzun süre muhafazakâr olan düşüncelerimin, yavaş yavaş değişimlere açık şekilde, son yıllarda değiştiğinin farkına vardım. Giyim, kuşamlarda abartıya kaçmayı, dikkatleri üzerimde toplamayı sevmiyorum. Ama güneş gözlüğü takmak favorilerimdendir.  Geleneksel yapımı moderniteyle harmanlaştırmaya çalışıyorum.
“Kim ki nefsini(kendini) bildi, Rabbini bildi.” düsturunca kendimi kendi prizmamdan, düşüncelerimden tanımaya ve tanıtmaya çalıştım kısaca. İyisiyle kötüsüyle, doğrusuyla yanlışıyla ben buyum işte. AH! BU BEN… Vesselam… 

26 Ekim 2011 Çarşamba

NE Mİ?

BİR ZEMHERİ SOĞUĞUNDA AÇTIM GÖZLERİMİ,
EĞRETİ BİR SEVDA DÜŞLEDİM,
KARLARLA KAPLI HİSLERİMLE,
CEMRELER DÜŞSE TOPRAĞA,
SUYA VE HAVAYA,
KALBİM AŞK KESİĞİ KÜTÜK,
FİLİZLENMEZ Kİ NE Mİ?

ZİYAN OLUYOR MEVSİMLER VE SAAT
AŞK YOKSUNU YÜREĞİM
KENDİ DEHLİZİNDE KAYBOLUYOR
İNCECİK, GÖNÜL  SIRATINDA
SÜRÜNÜYORUM, SENSİZLİĞE
AH!  BU BEN, NE Mİ?

BİR SES, KIRIK MIZRABIMDAN
DÜĞÜMLENİP KALIYOR BOĞAZIMDA
ÖYLECE KALIYOR ORADA
VE SONRA GÖZYAŞIMA BÜRÜNÜP
AKIYOR HAYAL UMMANLARIMA
SESLENSEM! NE Mİ?

ANLATAMAM Kİ, FİKRİME HAYRET!
KELİMELER DAHİ ACİZ
NOKTA KADAR BOYUTSUZ VE SINIRSIZ
DAYANILMASI ZOR, NE Mİ?
ÇÜNKÜ NE GÜZEL, Mİ ACI
NE SEN, Mİ DE BEN.

24 Ekim 2011 Pazartesi

ARKA KAPAK:Benim Hatam!

Bir gün adına bir kitap yazdığımda arka kapağında, ey geçmişim, şunlar yazsın istiyorum:
“Bıktım artık, ikiyüzlü davranmaktan. Sanki kendimi kandırıyorum. Her gece yatağıma yattığımda, gündüzün o velveleli şaşaasından soyutlandığım vakit, bitti diyerek daldığım uykumda bir türlü rahat bırakmıyor beni geçmişim. O kadar yorgun ki zihnim ve yüreğim ne mümkün,  izin vermiyor unutmaya.
Bir halüsinasyon pazarlığında düşüncelerim, hayal ile gerçek arasında. Ruhum bir kenara oturmuş izliyor, bedenin geçmişle gelecek arasındaki anlaşmasını. Yargılandığımın farkındayım, sanki mizan önüne çıkmış hesabımı veriyorum ve hüküm, çile, serzeniş ama…
Belli belirsiz daldığım uykumdan, hep saplantılı uyanıyorum sabahlara. Tehditkâr gün ışığının yüzüme vuruşu, bana tekrar karşıma çıkacak diye sözde muştuluyor hatamı. Aydınlıklar içinde karanlıklar ıstırabı çektiriyor. Çaresiz inanamasam da inanmış gibi yapıyorum bazen unuttuğumu zannettiğime. Geçmişimin bu ağır ve koyu izi, çığlık atıyor kafatası boşluğumda. Oradan oraya yankılanıyor durmadan. Usandım, bıktım artık her güne bu şekilde uyanmaktan. Erimeye, bitmeye, tükenmeye başladım ayaklarımdan. Ümitvârım, mazimdeki acımtırak hatıraların silineceğinden.
Zamanı durdurmak, her şeyi başa sarmak istiyorum, fakat nafile. Belli belirsiz her yerde karşıma çıkıyor. “ Niye yaptım?” demekten artık dilim, dudağım yoruldu.
Sessiz, tenha, boş mekânlarda döküyorum gözyaşlarımı, sonrası ise hep gülücük maskesi. Göstermeye utandığım hislerimi maskeleştirip veriyorum dünyama.
Geçmişimin hatası şekillendiriyor, bedenimi. Gözlerim altında mor halkalar, etrafında çizgiler ve alnımda derin kırışıklıklar… Canım öyle yanıyor ki daha şimdiden yaşamaya başladım, cehennemin korkunç çaresizliğini. Hak etmiyorum bunca ıstırabı ve ve… Elimde değil ne yapayım, mazim âtimi etkiliyor.
Ey rüzgâr, al götür tüm yaşanmışlıkları. Ey boz bulanık sel, sen de al götür eskiyi, yeniyi, her ne varsa her şeyi.
Ey geleceğim, ihanetimi affeyle!
Suçu başkalarına yıkmadan, mazeret aramaya kalkmadan “Hata yaptım, bu benim hatam!” diyorum ve iki büklüm, diz çökmüş, başım eğik, bembeyaz bir yaprak ümit ediyorum.”  

9 Ekim 2011 Pazar

PLATONİK VAV

Ey yakından ama uzak baktığım Sevgilim,
Seni gördüğüm ilk günden beridir, bir başka uyanıyorum sabaha. Kalbim her gün Seni tekrar görecek diye kozasından yeni çıkmış kelebekler gibi çırpınmaya başlıyor. Adım adım ilerlerken Senle aynı havayı soluduğum mekana, bu bile bana fazlasıyla yetiyor be Gülüm. Varıyorum, Sen gelmişsin, Sen ordasın. O kadar kalabalığın arasında sadece Seni görüyor gözlerim, gerisi zaten hep anlamsız geliyor fakat Sen bunun farkında değilsin. Hep kapıyı gözetliyorum Sen geleceksin diye. Ne fark eder ki okula, sınıfa, büroya… Anlayacağın her neresi olursa oraya, benim için önemli olan Sensin. Seni görünce muzipçe sırıtıyor dudaklarım, ayrı bir hâl alıyor yüzüm. Yüzüme bakınca allar giymiş gelinlik kız gibi oluyor, suratım.
Ey göz göze gelmeden, doyamadığım yüzüne bakmadan, başımı çevirip Seni görmeden orada olduğunun farkında olduğum Sevgilim,
Sana o kadar yakınım ki ellerimi uzatsam, ellerini tutarım. Sana o kadar uzağım ki Seni ne kadar çok sevdiğimi söylesem duymazsın. Hem kimseler bilmesin istiyorum hem de tüm cümle alem duysun istiyorum, sana olan aşkımı. Uğruna çelişkiler içinde kaldığım, gamze gamze tebessümlerinde kaybolmak, yanaklarına dokunup, saçlarını okşamak istiyorum. Sevgili, yeniden, baştan yazmak istiyorum kitabımı. Bir önsözle başlamak istiyorum, içinde sen olan. Ve gerisi yalnız Sen ve ben.
Evet, ey Sevgili,
Bazen gizli, kaçamak bir bakışla soruyorum Sana, bana doğruyu söyle, birisi var mı kalbinde? Varsa işte o zaman paslı bir ok gibi yaralarsın yüreğimi. Ama olsun, benim aşklarım hep böyle platonik oldu. Söyleyemedim, nutkum tutuldu, utandım. Bunca tavır, onca sabır ve sonsuz bir kahır. Bununda onlardan bir farkı olmaz, yüreğimde sadece izi kalır. Fakat bu kez direneceğim, gerekirse de savaşacağım.
Ey kaybetme korkusu, kavuşma sevincimden ağır basan Sevgilim,
Ey aşkımın VAV(9) hâli, bir gün bu sevdam için nelerimi verebileceğimin farkına varmanı umarak bitiriyorum mektubumu.

7 Ekim 2011 Cuma

Bir Eleştiri: Kuran Hayatımızın Neresinde?

Din, şüphesiz ki insan hayatında yer edinen en önemli ritüellerdendir. Şöyle ki insan maddi ihtiyaçlarının açlığını gidermenin yanı sıra manen de kendi açlığını gidermek zorundadır. Bu anlamda kişinin manevi ihtiyaçlarını karşılayacak şeyler inançlar içerisinde gizlidir. İnanç, insanın karşısına din kavramını getirir veya çıkarır. Kendine bir dini seçmiş insan, öncelikle seçmiş olduğu dinin gerekliliklerini ve şartlarını öğrenir. Daha sonra ise inancı yolunda dinin getirmiş olduğu bu gereklilikleri yerine getirmeye çalışır. Bunu yerine getirirken muazzam bir huzur, haz, zevk, aşk ve şevk duyar. Tabi ki bu huzur ve haz, şartları yerine getirdiği müddetçe çoğalır. Aksi durumda kişi hayatında boşluğa düşer, inanç boşluğuna. Bu ise insan fıtratına aykırı bir durum teşkil ettiği için kişiyi suç işlemeye, kötülük yapmaya hatta başkalarının ve kendinin hayatına mal olacak intihar ve cinayetlere sebebiyet verir.
Ülkemizin resmi kayıtlara göre %99-98 Müslüman olduğu gözükmektedir. Hatta bu durumumuzla hep övünüp dururuz. Dinimize sahip çıkarız. Kendimize dinimiz sorulduğunda “ Müslüman’ım, Elhamdülillah!” deriz. Şimdi tam da şu sorular aklımıza geliyor. Acaba İslamiyet’in gerekliliklerini yerine getiriyor muyuz? Nedir bu gereklilikler? Nereden öğrenebiliriz? Kaynağı neresi?
İslam kaynağını alemlerin yegane Rabbi olan Allah’tan alır. Allah ise yeryüzüne peygamberleri ve kitapları vasıtasıyla bunları iletir. İşte bizim dinimizin de kaynağı Peygamberimiz Hz Muhammed (sav) ve İnsan Kullanım El Kitabı diye sıfatlandırabileceğimiz Kuran-ı Kerim’dir. Bir Müslüman olarak dinimizin emir ve yasaklarını öğrenmek için Kuran-ı Kerim’i ne kadar, nasıl okuduk veya okuyoruz, Peygamberimizin sünnetini ne oranda yaşıyoruz? Geçenlerde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın yapmış olduğu bir çalışmada bu durumun hiçte iç açıcı olduğu söylenemez. Karşılaşılan sonuçlar, %99’u Müslüman bir ülkenin kutsal kitabına, ne kadar sadık kaldığını göstermektedir! 22 bin insan üzerinde yapılan araştırmada çıkan sonuçlar Diyanet tarafından hem çok şaşırtıcı hem de çok ürkütücü bulunmuştur. Bu araştırma:
-          Ülkemizde %20 lik bir kesim Kuran- Kerim’i hayatta eline dahi almadığı,
-          % 60’ının Kuran-ı eline aldığı fakat yüzüne okuyamadığı,
-          % 80 lik bir kesimin ise yüzüne okuduğu Kuran-ı Kerim’in manasını bilmediği,
sonuçlarını ortaya çıkarmıştır.
Bunun yanı sıra Kuran’ın Anlamıyla Buluşmak(KAB) Platformu tarafından ANAR araştırma şirketine yaptırılan çalışmada da benzer sonuçların çıktığı gözlemlenmiştir. Bu araştırmada farklı olarak:
-          Evinde Kuran- Kerim olanların oranı %94,
-          Meali bulunanların ise %74,
-          Toplumun çoğunluğunun (%73) Kuran- Kerim’i çocukluk çağında(5-14 yaş) öğrendiği,
-          Kuran-ı Kerimin mealini devamlı okuyanların oranının ise %5 olduğu,
sonuçlarına ulaşılmıştır.
Maalesef insanlarımız bir yandan kendilerinin dindar olduklarını, dinin hayatlarında önemli yer tuttuğunu söylerken, diğer taraftan ibadetleri yerine getirmede, Kuran’ın Arapçasını veyahut mealini okuma konusunda aynı pratiğe sahip olmadıkları gibi Türk insanına özgü bir durum ortaya çıkarmıştır.
Bütün bu belirttiğimiz sonuçların elbette bir çok nedeni vardır. Bunların başında ebeveynin çocuklarının dini eğitimlerini ne kadar da geri plana attığı gösterilebilir. Anne ve babaya bu konuda çok iş düşmektedir. Ebeveyn daha çok bilinçli olmak zorundadır. Çocuklarının gelecekleri olduğu bilincine varmaları gerekmektedir. Yarınlarımızı şekillendirecek olanlar onlardır. Çocuklarının okul derslerine verdikleri önem kadar en azından dini eğitimlerine de, Kuran eğitimine de, ahlaki değerlerinin öğrenimine de önem vermek zorundadırlar. Kendini Müslüman olarak gören veya seçmiş bir toplum bu konuda zayıflık göstermesi düşünülemez. Bunun yanı sıra kendini lâik olarak tanımlayan bir devlet, vatandaşlarının dini eğitimini üzerine almıştır. Oysa yukarda sıraladığımız netice, devletin din eğitiminde ne kadar acziyet gösterdiğinin kanıtı niteliğindedir. Devlet olarak hangi dine müntesip olursa olsun vatandaşının dini eğitimini alacağı denetimini en iyi şekilde yaparak kurumlar açmak veya açtırmak zorundadır. Daha çok İmam Hatipler, Dini Enstitüler, Kuran Kursları, Kuran Enstitüleri vb kurumlar açılmalıdır. Toplum bu konuda teşvik edilmeli hatta bazen zorunlu kılınmalıdır.
Sonuç olarak bu konuda en büyük görev bireyin kendi vicdanına düşmektedir. Maddiyat içerisinde çürümüş bedenler bu dünyadan mahzun bir şekilde ayrılırken manevi gönül erleri görevini ifa etmenin verdiği huzurla dâr-ı bekâya irtihal eylemekteler. Dünyaya geliş gayesini tam anlamıyla idrak edenlere ne mutlu! Vesselam…

30 Eylül 2011 Cuma

BİR İHTİYAR GİBİ



Bundan yaklaşık üç ay önce “İhtiyar Gençliğim” adlı yazımı paylaşmıştım. Bu yazımda şöyle diyordum:
“Bu genç yaşımda üç gün sadece üç gün bir ihtiyar gibi yaşamak istiyorum. Onlar gibi kuvvetim olmasın diyorum, dizlerimde ağrılarım olsun, çıkamayayım merdivenleri. Görmesin gözlerim, duymasın kulaklarım, uzanmasın ellerim, uzanmasın ki anlayayım Yaradan’ın verdiği bu en büyük nimetlerin kıymetini. Anlayayım ayaklarımın, gözlerimin, kulaklarımın, ellerimin vs. kıymetini. Sanki on yıllarca yaşamış gibi iki büklüm şu ihtiyar gençliğimde…
 Fikirsizce, anlamsızca, hoyratça bitirmeyeyim anlaşılması zor bu ömrü.”
Sanki Allah dualarımı kabul etmiş gibi yakın zamanda halı sahada top oynarken ters bir hareketle sırtım ve boynumdan sakatlandım. Bu sakatlık öyle bir sakatlıktı ki ayaktan beyne doğru omurga hizasından geçen ana sinir kaymış. O gece bu şekilde yatağıma uzandım. İnanın sabaha kadar uyuyamadım. Ne sağa dönebildim ne sola. Ne ayağımı oynatabildim ne boynumu, başımı. Tam üç gün sanki bir yaşlı gibi, bir felçli gibi yaşadım. Ayaklarımı sürüyerek hareket ediyordum. Geceleri hüngür hüngür ağladım. Hiçbir yerimi oynatamıyordum. Basit bir başımı kaldırma işini bile yapamıyordum. Anlayacağınız yatalak olmuştum. Sabır, sabır, sabır… “Allah’ım ne büyük nimetler bahşetmişsin bizlere” dedim, iki büklüm boyun büktüm. İnsan ne gençliğine, gücüne, kuvvetine güvensin ne parasına puluna. Bir tek zenginlik var o da sağlık. 
Şimdi biraz daha iyiyim, doktor ve iğnelerden sonra. Peki, bir ders çıkardım mı bu halimden, anladım mı Yaradan’ın verdiği bu en büyük nimetleri, bekleyip göreceğiz. Ama şunu her zaman söyleyeceğime eminim: İnsan sağlıklı bir şekilde nefes alıp veriyorsa şükürlerin en büyüğünü yapmalı. Vesselam…

29 Eylül 2011 Perşembe

İSTANBUL-IV: Kısacık Bir Rüya...

Garip bir yer şu İstanbul. İnsanlar hem burada bulunmaktan şikâyet ederler hem de bir türlü buradan vazgeçemezler. Caddelerdeki, sokaklardaki insanların yüz ifadelerine bakınca hallerinden hiçte şikayetçi olmadıklarını görebiliyorsunuz. Dönüşte sahil yolunda müthiş bir araba trafiği vardı. Boğazı temaşa ederek yolculuk yapmak insana gerçek anlamda büyük bir haz veriyor. Yol boyunca sahilde insanlar hep bir şeylerle meşguller. Kimisi yürüyüşe çıkmış kimileri balık tutuyor, başkaları sahildeki kafelerde oturmuşlar koyu bir muhabbete dalmışlar, bazıları da sevgilileriyle ayrı alemdeler… yol boyunca en çok dikkatimi çeken yer, hiç şüphesiz Rumeli Hisarı çevresiydi. Yüzyıllarca Türk yurdunu savaşlarla kan ve gözyaşıyla ele geçirmeye çalışan düşmanlar, meğer kaleyi içten fethetmişler. Niye mi yoksa nasıl mı? Ecdat yadigârı olan bu muhteşem yapıtın kıyısında olsun içki içiliyor, meşru daire çerçevesi dışında eğleniliyor. Bu nasıl bir pervasızlıktır anlamak mümkün değil. Bir zamanlar Akif’in deyimiyle gökten inen ecdat o alnı değil öpmek yüzümüze tükürür. Hüzünlü bir şekilde yönümü dönüyorum bu eşsiz eserden. Devam ediyoruz yolumuza az ilerde Bebek, sosyete mezbeleliği, anlatmak istemiyorum. Anlayacağınız tehlikeli bir güzellik İstanbul’un ki.
Ama tüm bu olumsuzluklara rağmen insanın içine o boğaz manzarası inşirah salıyor. İstanbul için yazılan şarkılardan birini terennüm etmeye başlıyor, dudaklarım. Gözlerimi alamıyorum, bu şaşalı panoramadan. Şöyle bir çerçeveye oturtuyorum. “Olsun!” diyorum.
İstanbul gezimin ikinci günündeyim. Bu gün için tiyatrocu bir arkadaşla sözleştik. Onunla İstanbul’un altını üstüne getireceğiz. Bir yerlere alışmak için orada bir gün yatmam yeterli. Karnım acayip zil çalıyor. Kahvaltı için bir yerler arıyorum Mecidiyeköy sokaklarında. Kendimi sanki buraların sakini imiş gibi hissettim. Uzun yıllar buralarda oturuyormuş gibiyim. Az ilerde bir börekçi görüyorum. Sabah sabah hiçte fena olmaz diyorum ve masaya oturuyorum. Şöyle tabakta karışık bir börek servis edilmesini istiyorum. Yanında duble bir çay. Sabahın o insanın içini serinleten İstanbul havasından şöyle bir içime çekiyorum.
Hisli bir nağme duyar gibi oluyor kulaklarım. Oturuyorum bir süre çayımı yudumlarken. Düşünceler yansıyor beyin nöronlarımdan duyu organlarıma. Arkadaşımın gelmesini bekliyorum bir yol kenarında. Ayakta durmak biraz yoruyor beni. Şöyle bir kenara çiçekliğin kenarına oturuyorum. Bir taraftan çevremde olup bitenleri izliyorum. İnsanları, binaları, dükkânları, arabaları vs. garip ama insanlar bir bana bakıyor bir de çevremdekilere. Başta fark etmiyorum. Sonra merak edip çevremdekilere şöyle bir bakınca hani amele pazarı denir ya o şekilde insanlar işe gitmek için burada bekliyorlarmış meğer.  Kıyafetlerinden bunu anlamak hiçte zor görünmüyordu. Bir müddet sonra arkadaşla buluşuyoruz. Kısa bir hasbıhalden sonra Yıldız Parkı’na gitmeye karar veriyoruz. Orada ben kahvaltımı yaptım ama şöyle güzel bir kahvaltı yapalım diyor dostum. Bende ”hay hay! Sen nasıl istersen?” diyorum. Yıldız Parkı tabiri caizse on numara bir yer. Kendimce ben İstanbul’da olsam hafta sonları sırf kitap okumak, kafa dinlemek için hep buraya gelirim diyorum. Güzel bir kahvaltının ardından park içinde gezintiye çıkıyoruz. Pazar günü olması ayrı bir tevafuk olmuş, İstanbullular buraya aileleriyle akın etmişler. Bir şey ilgimi çekti. Park içinde en az on kadar gelin ve damat gördüm. Herhalde düğün öncesi ya da sonrası bu parka uğrayıp resim çektirmek âdettendir diye düşünüyorum. Şöyle bir çime oturuyoruz ve “işte hayat “ diyorum. Az ilerde çocuk parkındaki çocukları seyre dalıyorum. Sol tarafımızda çifte kumrular diğer tarafta aileler… İnsan huzur içinde hissediyor burada kendini gerçekten. Neyse ayaklanıyoruz, ben  çiçeklerin fotoğraflarını çekmeyi çok seviyorum, parktaki çiçeklerin fotoğraflarını çekiyorum. Bu ne güzellik ve zarafet!
İkinci olarak bir sahil turu yapalım diyoruz. Ortaköy’den başlıyoruz gezintimize. Allah’ım be ne kalabalık. Ortaköy’de kumpirciler karşılıyor bizi. Ardından sıra sıra kafeler. En sonra o meşhur Ortaköy Camii tüm heybeti ile karşımızda. Ama tadilat dolayısıyla kapalı. Nedense hep tadilat dolayısıyla! Caminin arka kısmında boğaz turu için tekneler bekliyor. Yaklaşık bir saat süren bir boğaz turu. Hiçte fena olmaz diyorum ama pek fazla zamanımız yok ki! Başka zamana inşallah diyorum. Sırada Beşiktaş… Beşiktaş’ı daha önceden gezmiştim, o nedenle birazcık bilgim var. Taksim yokuşundan Taksim, İstiklal Caddesi gezdik dolaştık. Hiç buralara kadar gelip de Galata da Çay içmemek olur mu? Topkapı Sarayı boğaz manzaralı mekânda bir şeyler içme şerefine de nail olduk. En nihayetinde Eminönü’nde aldık soluğu. Türklerden çok yabancıların olduğu tarihi yarımadayı dolaştık. Beyazıt’ta adını unuttuğum, medrese diye tabir edilen yerde nargillerimizi içimize çekerken şehzade çayımızı yudumladık. Aslında bu nargileden de tıpkı sigara gibi hiçbir şey anlamam fakat ortamın zevkini çıkarmak için içelim bakalım dedim. Saat çok geç oldu ve ben kaldığım otelin yolunu tuttum. Ertesi gün. abbas yolcu. Böylece bir İstanbul maceramı da bitirmiş oldum.
Başka zamanlarda başka şekillerde böyle güzel gezilerimin olmasını temenni ederek yazıma son noktayı koyuyorum.